Şubat ayı şehitler ayı olarak şöhret bulduğu gibi, ağustos ayı da zaferler ayı olarak şöhret bulmuştur. Gerçi ne şehitlerimiz, şubat ayıyla, ne de zaferlerimiz ağustos ayıyla sınırlı değildir. Bu ümmetin yiğit evlatları, yüreklerindeki iman ve cihad aşkı sayesinde; zaferlerin tarihini, şehadet kanlarıyla tarih boyu yazmaya devam etmişlerdir. İşte her yıl bu aylarda yaşanan zaferler ve fetihlerin anılmasından gaye, şehit ve gazi ecdadına layık nesiller yetiştirmeye katkı sunmaktır. Nesillerimiz, cihad aşkı ve şehadet sevdasını yitirirlerse, ümmet olarak biz de yiter gideriz.

Kapitalizme mahkûm edilen dünyada, nesillerimiz nasıl da savruluyor. Hâlbuki biz, yoktan var eden, Her şeye kadir olan, dilediğini sadece “kun” emriyle yani “ol” demekle var veya yok eden kadiri mutlak olan Allah'a (cc) iman etmiştik. O dilediğini hiçbir güç engelleyemez ve o dilemeden hiçbir şey olmaz. Dolayısıyla her şey onun kontrolü altındadır. Resulullah (sav) ın buyurduğu gibi: “Allah’ım! Senin verdiğini engelleyecek yoktur. Senin engellediğini de verecek yoktur. Sana rağmen hiç kimse, hiç kimseye fayda (veya zarar) veremez.” (Buhari, Mislim)

Suriye, Irak, Libya, Yemen, Filistin, Ukrayna, Keşmir, Azerbaycan, kısaca dört bir yanımızda savaşlar var. Bir de onlarca düvelin vekalet ordusu olarak bizzat bizimle savaşan sinsi ve küresel çeteler var. Ekonomik siyasi, sosyal ve kültürel savaşlar da cabası… Tüm bu savaşlarda, görünen o ki, asıl hedef, ümmetin son kalesi ve hilafet sancağının düştüğü mekân olan Anadolu’dur. İşte tüm bu badirelerden selametle çıkıp ayağa kalkmak ve ümmeti de ayağa kaldırmak için, zafer yolunda bize ışık tutacak bir kıyas yapalım.

Evet, Uhud ve Huneyn savaşları enteresan ve ibretlerle dolu iki savaştır. Öyle ki, kıyamete kadar gelecek tüm müminlere çok yönlü ışık tutacak savaşlarıdır. Bu savaşlardan alınacak sayısız dersler var elbette. Ancak biz günümüze dair bir karşılaştırmayla yetinelim.

Bilindiği üzere bu her iki tarihi savaşın da iki aşaması vardır ve bu aşamaların her biri diğerinin zıddıdır. Uhud savaşının başlangıcı zafer, sonucu hezimettir. Huneyn savaşı ise tam tersine başlangıcı hezimet, sonu zaferdir. Peki, bu nasıl ve neden olmuş ve günümüz açısından nasıl değerlendirebilir? Bunun için bu iki savaşı birkaç açıdan karşılaştıralım.

  • Fiziki güç yönüyle; Uhud savaşında Ashab-ı Kiram (Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) 700 kişi, müşrikler 3000 kişidir. Yani insan gücü olarak müşrikler dört kat daha fazladır. İslam ordusunun 2 atına karşılık, müşriklerde 200 at vardır. Yani atlar yüz kat daha fazladır. İslam ordusunun 70 devesine karşılık şirk ordusunun 700 devesi vardır. Yani on kart fark… Tabi silah teçhizat, erzak ve mühimmat açısından da durum aşağı yukarı bu minvaldedir.
  • Ama Huneyn savaşında müşriklerin 8000 kişilik ordusuna karşılık, İslam ordusunun 12000 kişilik gücü vardı. Diğer maddi imkânlar ve fiziki güçler konusunda da İslam ordusu, şirk ordusundan daha aşağı değildi.
  • Ancak Uhud savaşında İslam ordusu maddi imkânları ve fiziki güçlerine değil, sadece ve sadece Allah'ın (cc) yardımına güvenmektedirler. Allah (cc) da yardım edince, zafer mukadder oldu. 700 kişilik İslam ordusu, 3000 kişilik şirk ordusunu önüne katıp kovaladı, darma dağın etti. Ancak ne zaman ki İslam ordusu içinden bazı sahabeler dünyalık ganimete meylettiler, dünyalık fanileri, ebedi olan Allah'ın (cc) rızasına tercih ettiler. İşte o anda savaşın seyri değişti. Kesin zafer, acı bir hezimete dönüştü.
  • Buna mukabil Huneyn savaşında, Müslümanlar Allah (cc) yardımından ziyade kendi imkânlarına ve maddi güçlerine güvendiler. Bu sebeple de Allah (cc) onları ibreti âlem bir imtihanla imtihan etti. Kur'an’ın ifadesiyle, yeryüzü başlarına dar geldi. “Şüphesiz Allah size pek çok yerde ve Huneyn gününde yardım etti. O gün çokluğunuz sizi böbürlendirmiş, ancak bunun size bir yararı olmamıştı ve bütün genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Sonra da bozularak arkanızı dönüp çekilmiştiniz.” (Tevbe 25)
  • Ama az bir grup sahabe (Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) silkinip kendine geldi. Allah (cc) a dayandı. Resulullah (sav) etrafında pervane oldular. Allah (cc) onlara yardımını gönderdi. Allah (cc) yardımı geldiği an, mutlak hezimet, zafere dönüştü.

Yani…

Hayatımızın her alanında; savaşta da barışta da… Ticari, iktisadi, askeri, sosyal, kültürel, kısaca hayatımızın tamamında, Allah (cc) a güvenip dayanırsak ve özellikle onun yardımını hak edersek, bizi yenecek bir güç yoktur. “Ey iman edenler! Siz eğer Allah'a [Allah (cc) ın dinine] yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam tutar.” (Muhammed 7) “Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.” (Âli İmran 160)

                Ama onun yardımını kaybedersek, iki yakamız bir araya gelmez. Geçici olarak kimi başarılar kazansak da sonunda yine kaybedenlerden oluruz. Şu hâlde; sadece devlet erkanı değil, hep beraber kendimize gelelim. Rabbimize dönelim. Onun emir ve yasaklarına tabi olalım. “Muasır medeniyet” falan martavallarıyla yönümüzü batasıca batı kültüründen Allah'ın (cc) şeriatına, İslam’a dönelim. O zaman dünyada huzurlu ve aziz, ahirette cennetlik oluruz. “Allah (cc) var gam yok.” Subhaneke... Bihamdike... Esteğfiruke...