İnsan doğduğu andan itibaren bir koşuşturmanın içinde, neyi nasıl yetiştirebilirimin telaşı ile ömrünün hızına hız katarak ve bir gün bu kısacık zaman diliminin tamamlanacağını da düşünmeden, yaptıklarının bir çoğunun da işe yaramayacağını bile bile ömrünü tüketiyor. Hayatın yoğunluğunu da sadeliğini de insan kendisi ayarlar. Bütün bu yüklemeleri de kendisi oluşturur.
Bunlardan kurtulacağımız gün gelmeden alıkonulduğumuz bu hızlı hayat günü dolanın mutlaka sonunu getirecektir. Çalışmak, birikim yapmak, hiçbir kariyer fırsatını kaçırmamak, hep pusuda beklemek, bir mevkiye göz dikmek, iş yetiştirmek, rakipleri düşünüp endişelenmek.
Bunu yap, şunu görmeye git, öbürünü davet et ve her daim iş yoğunluğu ve hep bir şeylerin sahibi olmak, var olmayı ise sonraya bırakmak. Çünkü insan için hep daha iyisi, daha acili, daha öncelikli olanı vardır. Var olmak yarına kadar bekleyebilir ama yarınlar hep bir sonraki günün işlerini getirir. Bitmeyen uzun ve karanlık bir yol. Yaşarken gömülmek bu olsa gerek.
Uzun yolun acısı, bir yerde durmanın bundan sonra zulüm sayıldığı beklenmedik bir anlamsızlıkla biter bir yerde. Oysa ara ara düşünmeli insan, yoğun iş tempoları için inşa ettiği duvarları ardında bırakarak yüzünü ahiretle buluşturup kendisiyle yüzleşmesi gerekmez mi? Bir yerde durup insan bedenin, zihnin, ruhun biraz da kendisini dinlemesi, dinlenmesi gerektiğini, anlık zevklerden uzak , günlük yaşamın tekdüze işlerini bırakarak, sadece bir yerde olma diğer işleri başka zamanlara yaymak gerekir diye kendine sormalı. Kalabalıklardan, sizi kuşatmış bütün yorgunluklardan sıyrılarak kendinizi bir köşede unutturup her şeyi önüne katıp götüren ferah bir rüzgara teslim olmalı.
Özellikle sabah namazı sessizliğinde sadece siz ve Allah’la kurduğunuz bağ olmalı. Dışarıda kuş cıvıltılarından, ağustos böceklerine ve gelinciklerin çıkardığı sesten başka sesin olmadığına, gökyüzünün yavaş yavaş aydınlanmaya başladığı ve ağaçların arasından cama vuran kristal ışıklarla yalnızlığın içine, derinine attığımız her taş, bize yeni bir ses yankısının, yeni yaşamın haberini verir.
Bizi kuşatan her dünya meşgalesi bir zincirdir. Bu zincirin her bir halkası ağır boğucu ve kısıtlayıcıdır. İşte bu yüzden insanın başka bir yerde olmayan kendine ait başkalarının yürüyemeyeceği bir yolu olmalı ve günü geldiğinde bütün yollar yürünebilir olmaktan çıktığında bu yolun seni istediğin yere götürmesi gerekir. Her gün, her saat bir işin başında beklemek; kış güneşinin ılıklığını hissetmemek, dışardaki güzel havayı teneffüs etmemek , bahar esintisinin ferah serinliğine haksızlık olur. Karanlık yollardan, buz gibi havalardan, uğuldayan korkunç rüzgarlardan uzaklaşıp can sıkıntısını bir an önce bitirmek için insanın kendisine ait son bir diriliş muştusu olması gerekir. Ve her tarafı kuşatmış aşağılık budalalıkları geride bırakarak yeniden düşünmek, yeniden görmek ve yeniden sindire sindire yaşamak için hayatı biraz yavaşlatmak gerekir. Yalnızlığın iki kişilik muhabbetinin doyumunu yaşamak yani ruhunuz ve bedeninizin farkına varmak bu ikisinin konuşmasını uzun süre dinlemek gerekir.
Gençlik umutlarımızın bizleri yormadığını ama artık anıların yükü altında ezildiğimizi hissederek ayaklar sadece bir iş için yürümeli , eller sadece bir şeyi tutmak için, gözler sadece güzel olanı görmek için kulaklar sadece en güzel sesleri ve türküleri duymak için, akıl bugüne kadar düşünülmüş olanları uygulamak anlatılanları dinlemek için, dilin az konuşup çoğu zaman susması için, maskesiz, insanın özü olan gerçek insanı bulmak, dünyayla ve dünyanın çılgınlıklarıyla bağı koparmak ve kendisini yalnızlıkla arındırmak için, kendini en derinlerle ve en doğal olanlarla özdeşleştirmek için, insan ilişkilerindeki kin, güvensizlik ve nefretten kurtulmak , yüreğimizi daha iyi dinlemek , kaybolmak, içimizde pır pır eden ilk insanı duyumsamak , nihayetinde kendimizle barışık bir hayat yaşamak için hayat yavaşlatılmalı.
Bu, ruhun kendisinden geçmesini ve bir süreliğine kendini unutturmasını, bugüne kadar gizli kalmış özelliklerinin farkına varmayı sağlar. Batan güneşin hareketine katılmak, dakikaların, saatlerin, günlerin temposunu ağır adımlarıyla aksettirmek için. Kimlikler, tarihler, kağıda dökülen anlatılar defalarca tüketilmiş, tekerrür ve intikamlara bulanmış mevcudiyetleriyle çoktan ardınızda kalmıştır. Ahmakça tatminleri, kolayca alınmış hayali intikamları açığa çıkaran kendi kendine konuşmaları bitirmek için. Dolayısıyla hayatı yavaşlatmakla sadece mesleğimizi, komşularımızı, ilişkilerimizi, alışkanlıklarımızı, tedirginliklerimizi değil, kaotik kimliklerimizi, yüzlerimizi ve maskelerimizi de geride bırakmalı, hiçbirinin bizde tutunmasına izin vermemeli. Yalnızlık doğal başlangıçların gücünü anlamaktır.
Yalnızlıkla her şey yeniden başlar, yeniden yola koyulur ve ışık gecenin yanında geçmişi de sürükleyip götürür. Her şeyi ardımızda bırakmak ve kendimizi arındırmak için dünyanın keşmekeşini, mesuliyet yığınını, didinmelerimizi geride bırakmak burada olmamak ve yeniden kendini bulmak , geri durmak , biraz olsun yavaşlamak kibri, gururu, büyüklük taslamayı yok eder ve insanı arındırır. Yalnızlık bütün büyük kadim bilgeliklerle geçmişi, anı, geleceği konuşmaktır.
Daha önce karşılaştığımız içsel düşünceleri, dışsal baskıları en ince ayrıntısına kadar analiz etmektir. Büyük tutkuların yarattığı yorgunluğun, stres altında ezilen yaşamların tatsızlığının yerini sadece ama sadece yürüyüşün amansız bitkinliği alır. Huzur artık hiçbir şey beklemiyor olmanın, yalnızca düşünmenin, yalnızca ilerlemenin hissettirdiği tazeliktir. Çocukluğun geri gelir ve hemen rüya gibi seni alır götürür. Yıllar hep önüne yığılır. Fısıldayan rüzgar, soluduğun ışık hep aynıdır. Yani hayat bugünden önceki gündür.