Hayat, her tür renkten ipliklerle ve ağır zorluklarla, acının bin bir türlü eziyeti ile  içerden ve dışardan bizi örmeye devam ediyor.

Kazanmak için çıktığımız yollarda verdiğimiz hiçbir mücadelenin kazananı olmadık, hep kaybettik. Yenildik umutla açılan cephelerde. Bunlardan bazıları; cemaatler dünyadan uzak ahirete yakın dedik. Bir süre sonra dünya (in) ahiret (out) oldu. Neyse diyerek yöntem değiştirdik, cemaati STK yaptık. Bir süre cemaat gibi davranmaya devam etsek de STK kültürünü de hemen kavradık .Tıpkı bir kamu görevlisi, bürokrat gibi mücadele ruhundan makamın efendiliğine geçtik. Hakları gasp edilenlerin hak mücadelesinde sessiz kaldık,  zaman zaman da suçladık fitnelik yapmayın diye. Hep fincancı katırlarını  ürkütmeyin telkiniyle karşılaştık. Bu gidişat iyi değil diye eleştirileri, eleştirenleri, muhaliflik, muhalif, fitne, fitneci diye suçladık. Neredeyse kişiye özel fetvalarla cehennemi boylatacaktık.Konuşmalarımızı ayetle başlatır sonuca nefsimizle aldanırdık.Konuşan dinlendiğine inanmaz, dinleyen konuşana. Gösterilen her tavır dostlar alışverişte görsündü. Ama ne Gazze kurtuldu ne de Kudüs. Gazze’ye destek eylemlerimiz zoraki, sloganlarımız yorgun, yüzlerde konforumuz bozulmasın kaygıları.

STK dediğimiz yapılar kendi yönetimlerini getirmekten aciz durumlara düştüler birçok yürüyüşte. Bize ne oluyor sorusunu soracak cesareti kalmamıştı insanın. Küçük bir eleştiri sesi yükseltilse koro halinde linç marşları söylenmeye başlandı. Vel hasılı kelam her zaman siyasi açıdan devrimci, psikolojik açıdan muhafazakar olarak yolumuza devam ettik. Aslında dava hikayeymiş, bizler kendi dünya çıkarlarında ve finansman üretiminde gayet yetenekliymişiz, bunu keşfettik. Ama devrimci muhafazakar tanımı hiçbir zaman bizi temsil etmedi. Hep doku uyuşmazlığı yaşadık.  Fakat ne talihsizliktir ki biz hep onun çevresinde dolaştık durduk. Ne ileri gidebildik ne de geri. Pergelin ayağı gibi hep sabit, hep sabit. Benliğimiz her on yılda bir hüzün ve umutsuzluk kasırgasına tutuldu. Darbeler zorunlu ihtiyaçmış gibi bin bir emekle inşa edilen ve sadece adı olan demokrasiye balans ayarı yaptı. Her defasında bu sondur diye gerek hayal gerek gerçek her tarafından güneş ışıklarının girdiği; gökyüzünü ve kuşları seyrettiğimiz güllerle, çiçeklerle süslenmiş, bahçeli, güzel bir evde yaşarken ansızın anlamsız ve hiçbir mantık anlayışının kabul etmeyeceği bir şekilde mağaralara bırakılma tehditleri ile karşı karşıya kaldık.. Yaşadığımız bazı olaylar, zorluklar sadece emellerimizi değil yola çıktığımız, dostlarımızın da umutlarının yıkıldığını hissettiriyordu. Ve kimse her ne şekilde olursa olsun kurtarmayı tasarlamadığı  bir toplum uğruna ancak sözde kurbanlık koç olmayı öneriyordu bu koçlar ve kuzular ise Gazzelliler olmalıydı. Ama bu böyle olmamalıydı, olamazdı da. Bütün bunlara rağmen yeniden kurtuluş için, diriliş için heybemizdeki gün ışığına çıkma yazgıları kesinlikle elimizde olan tıpkı huzurlu ve sessiz bir sonbahar günü, akşam yavaş yavaş çökerken her zamanki gibi en yüksek eşikte güneşi uğurlayıp yarın şafakta ne umutlarla doğacağını beklerdik. Bir yerlere gittiğimizi sanıyorduk çoğu zaman sarhoş gibi nereye gittiğimizi bilmeden yürüdük. Adımlarımız bizleri bazen surlarla çevrilmiş sınırların dışına taşırdı. Kalabalıkların içinden geçerken onların isteklerini yerine getiremediğimiz için başlarımız bazı zamanlar öne eğik  ama  çabalarımız yıldızlara değecek kadar da dik ve yüksek tutmuştu bizi. Bazı duygular yaşadığınız onca benzer olay sizlerde şu duyguyu oluşturmuştur. Mesela denizin ortasındaki dalgaların hırçın batış ve çıkışına tanık olmuşsunuzdur.  Geminizin burnu sanki uçacakmış gibi olur, ardından batacakmış gibi. Denizin uçsuz bucaksız derinliklerinde yok olacakmış gibi olursunuz. İşte bu korkunç duruma benzer durumlar karşısında hiç endişelenmez olduk, daha doğrusu gemideki yolcuların fırtınadan, şimşeklerden duydukları ürpertiyi artık eskisi gibi hissetmiyorduk. Artık hiçbir şey eskisi gibi ilgilendirmiyordu bizi.

Eskiden her biri  bir şeyler anlatarak, her geçen sese istemeden de olsa kulak kabartarak, her görünmeyen şeyi görmek isteyerek geçerdik caddelerden ama şimdi hiç önemi yok. Sömürülen sömürenin, köle efendinin benliğine o kadar bürünmüş ki kurtuluş, özgür olmak kolay kabul edilebilecek ve yaşanılabilecek bir hayat tarzı olamıyor maalesef. Bu yüzden bulunduğumuz mekanlar ve buradaki ufuk ve çehreler çekilmez olmaya başladı. Ama ne yazık ki, zorlu hayat bize hala öğretememişti vazgeçme isteklerini arkaya atmayı. Tereddüt içerisinde kendi kendimize belki de başka imkanlar doğar diye söylenmeye başlardık. Bir de belki de yarından sonra soru sormanın bir anlamı kalmayacak diye sürekli kendi kendimizle mücadele eder, iç hesaplaşmalar yapardık. Yeniden meydanlara çıkardık. Meydanın tam ortasından olmasa da kıyısından, görünmez yerlerinden çıkan her uğultulu ses ve tavır gönlümüzü yakın bir yok oluş ümidiyle dolduruyordu. Ve insanın yazgısının kendisi için çizdiği yolda son adıma, son nefese kadar gitmekten başka çaresi olmamıştır hiçbir zaman. Yokluk ve kuraklık çökünce insanın içine sonunda insan benliğini bir zindan ve kendisini de o zindanın mahkumu ilan eder. Çünkü yenilmiştik.