Mübarek ay geldi de geçiyor neredeyse. Normalinde yazarlar Ramazan’ın girişinde bir şeyler yazar ki insanlar bu mübarek ayda kat kat daha fazla feyz alabileler. Bu benim için fazlaca fark etmiyor, zira bu tür yazıları zaten yeterince kaleme alıyorum. Yeter ki takip edile.
Şimdi evvela şu: Bir Müslümanın görevi; hangi zemin ve şartta olursa olsun, ‘haramdan’ kendisini istisnasız koruması ve idealist olmasıdır. Eğer “haram-helâl” kavramına dikkat etmez, “dinin yasakladığı” şeylerden uzak durmazsak, bir gün gelir, bize uygun bir elbise diker ve mutlaka üzerimize geçirirler. Eğer dikecekleri elbise yalan ve iftiradan ibaret ise, bilesiniz ki, asla ve katten dikiş tutmaz. Ancak yalan ve iftiralara uygun bir bedenimiz varsa, kuşkunuz olmasın ki; diktikleri elbise üzerimize mutlaka oturacaktır.
Elbiseden niyet, izlenen hedeftir.
Ne demişti Cemil Meriç, “İmansız ve idealsiz nesiller türettik, pusuda bekleyen yabancı ideolojiler setleri yıkan ırmaklar gibi yayıldı ülkeye.”
O halde ne yapmalı?
Hasbihalimizin başında da ifade ettiğimiz gibi; bir Müslüman evvela, “günün 24 saati”nde her eylem ve söylemine dikkat ederek, “eline, beline ve diline” hakim olmalı ve “iddia” bile olsa, “iddialara haklılık kazandıracak bir yaşantı” içinde bulunmamalıdır. Sonra da bu yaşantısını bir düstur haline getirmelidir ki; bu düsturu yıkmaya ne hiç kimsenin takadı, ne de gücü ola. Düşünün bir; niçin diyoruz acaba Müslüman, “kendisinden emin olunan kişidir.” diye.
Emin olacağız, Sıddık olacağız, Ali olacağız, Ömer olacağız ve Osman olacağız.
Olacağız ki, dikenli yollarda yürürken, bir yandan ayaklarımız kan-ı revan içeriside kalırken; diğer yandan umudunu bize bağlamış olanların imdadına yetişebilelim. Dinimizin istikameti, ecdadımızın yolu üzere.
Ve nihayetinde yol bu üzere olunca, herkes görecek ve bilecek ki, asrın tarzına uyanlar değil, Allah’ın (azze ve celel) farzına uyanlar kazanacaktır.
Kazanmaksa her nefsin arzusudur. Yarışmada kazanmak isteriz, ticarette kazanmak isteriz, arkadaşlıkta, sağlıkta ve dahi bu dünyada ve ahirette her daim kazanmak isteriz.
Ancak hayatımızı ulvi bir gayesi ve davası olmadan, anlamsız ve ‘asıl’ amacından bi haber yaşarsak, kazanmak bir yana, o hayatı kendi ellerimizle mahveder, ahirette nasıl da ‘bereketi kaçmış’ bir ömür yaşadığımızı mutlaka görenlerden oluruz Allah muhafaza. Hayatı Allah’lı yaşamakla Allah’sız yaşamanın arasındaki fark da budur ya zaten.
Diyor ya İmam-ı Gazeli hazretleri, “Sayki öldün; yalvardın, yakardın sana bir gün daha verildi. Bu günü o gün bil ve öyle yaşa.
Yaşamaktan niyet, pişman olmamaktır.
Bakın; Beden ruhun evidir. Uykuya dalınca nasıl ki ruh bedenden, yani evinden çıkar ve uyanınca tekrar evine dönerse; ölüm dediğinde ona benzer. O evin yıkılmasıdır ölüm.
Hasılı, toparlayacak olusak;
Bir defa şu iyice biline. Biz O’nun mülkündeyiz ve O’nun misafiriyiz. Bize verilenler ise O’ndan bize birer emanettir. Mal emanet, mülk emanet, para emanet, eş emanet, evlat emanet. Bu dünyadaki gördüğümüz ve göreceğimiz hiç bir şey bize ait değil ve layık da değiliz zaten. O bilir kimlerin neye layık olduğunu. Sadece kimlerin neye layık olduğunu değil; kimin neye ihtiyacı olduğunu ve neyin kim için hayırlı olduğunu ve olacağını da bilendir O.
O halde sadece O’ndan ve sadece hayırlısını dileyerek, “O’nun bir bildiği vardır.” deyip, O’na teslim olalım. Olalım ki bu vesileyle kurtuluşa erelim.
Şu sözlerle ‘nokta’layalım isterseniz.
Akıl baştan çıkarsa; ‘deli’ diyorlar,
Sen dünyadan çıkarsan; ‘ölü’ diyorlar,
Dünya senden çıkarsa; ‘veli’ diyorlar (La Edri)
Vesselam.