Türkiye’nin son yirmi yılına ekonomik olarak bakıldığında Ak Parti hükümetlerinin politikası daha çok sermaye merkezli kapitalizme yakın bir liberal çizgide olduğu görülür. Bunun en somut göstergesi de büyük şirketlerin, holdinglerin ve bankaların inanılmaz büyüyen servet birikimine karşılık halkın alım gücünün yine inanılmaz ölçüde düşmesidir. Mesela holdingler ve bankalar son iki üç yılda her yıl 3-5 hatta 10 kat kar açıklarken orta sınıf neredeyse ortadan kalkıp alt gelir grubuna düşmüş, enflasyon tarihi zirveleri görerek halkın alım gücünü 3-5-10 kat zorlaştırmıştır.
İktidar, yapılan sosyal yardımların 5-10 kat artmasını her ne kadar sosyal devlet nazarıyla müspet bir faaliyet gibi pazarlasa da aslında bu durum adaletsiz gelir dağılımın soğuk yüzünü gösteren, fakirin çok daha fakir, orta sınıfın fakir ve zenginin de çok daha zengin hale geldiğinin bir itirafıdır. Ekonomik anlamdaki bu başarısızlık sosyal devlet vurgusuyla pazarlanarak adeta bir oy avcılığına dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Enflasyondan rahatsız olmayan hatta bunu bir fırsat olarak gören bir ekonomik politika anlayışıyla karşı karşıya kalan halk, milliyetçilik ve yerlilik propagandalarıyla; din, kitap vurgularıyla ve geçmişin en kötü günlerinin hatırlatılması üzerine yapılan bir kıyasla tepkisizliğe, eleştirisizliğe hapsedilmek istenmektedir. Hatta yönetimsel başarısızlıklardan ve liyakatsızlıklardan kaynaklı bütün olumsuzluklar; dini anlamda şükür ve sabır; milli anlamda vatan, millet, bayrak, ezan söylemleriyle baskılanıp susturulmaktadır.
İşçi açım diyor, siyasetçi bayrak inmez vatan bölünmez diyor. Emekli geçinemiyorum diyor, siyasetçi bayrak inmez ezan dinmez diyor. Memur geçinemiyorum diyor, siyasetçi bu ülke kolay kurulmadı diyor, Çanakkale cephesindeki yamalı elbise ve yırtık çarıklı asker resmini gösteriyor. Kiracı kiramı ödeyemiyorum diyor, siyasetçi devletimiz çok güçlü diyor yapılan ücretli ve yap-işlet-devret modelli otoyolları, şehir hastahaneleri pazarlıyor. Halk günlük ihtiyaçlarımı karşılayamıyorum diyor, siyasetçi 2071 hedefiyle teselli ediyor… Refah, müreffeh ülke ideali yerini önce ekonomik kalkınma hayaline bıraktı, sonra yetebilme/yetirebilme ile yüzleşmeye başlandı. Şimdi sabretme ve katlanma dönemi yaşamaktadır. Yirmi yıllık tek başına iktidar döneminin, dört yıldır tek adam yönetiminin sonunda gelinen ekonomik durum; o çok şikâyet edilen dönüşümlü kurulan hükümetler ve koalisyonlar döneminin arandığı yer oldu…
En zenginler, holdingler, bankalar çok daha zenginleşerek adeta fakirliğin refahını dahi kendilerine aldılar. İktidarın yanında resim veren veya bir şekilde ismini iktidar ile ananlar ekonomik olarak kalkındılar. Tepeden aşağıya atanan her bir partili bir şekilde yetinebilmenin şükrünü yaşadılar. Ancak işçi, esnaf, memur, emekli, çiftçi ve en önemlisi işsizler ordusunun; ne sabrı kaldı ne de dayanabilecek gücü...
Seçim sathı mahaline böylesi bir yorgunluk ve yıpranmayla giren iktidarın ekonomi patronu ise çıkıp: ‘Asgari ücretliye de memura da emekliye de ne verilse haktır. Dar gelirliye, fakir fukaraya vermek bereket getirir.” Diyerek fakirliğe mahkûm ettikleri halkı ve sebep oldukları ekonomik yıkımı itiraf ederken dahi din, kitap, Allah demeye devam ediyor.
Unutmayın! Ortadoğu devletlerinde, gelişmemiş veya gelişmekte olan devletlerde; adaletsizlik, hukuksuzluk, liyakatsizlik; ayrımcılık, kayırmacılık, adamcılık; yalancılık, iftiracılık, düzenbazlık; yolsuzluk, rüşvet, ihaleye fesat gibi suç ve kötülüklerin hepsi bir arada aynı anda yapılsa dahi delik bir cep kadar seçimlere etki etmez. Kötü yönetilmiş ekonomin yol açtığı geçim sıkıntısını hiçbir dini ve siyasi argüman hafifletmez.