Yıl 1989 seksen darbesinden sonra İslami çalışmaların en yoğun olduğu zamanlar. Amelde eksiklikler, metot yanlışlıkları vs. olsa da,gençlerin okuma ve araştırmada birbirleriyle yarıştıkları dönemler. Benim de ilk medresemin temelini attığım, 25-30 talebeyle çok zor şartlarda eğitim, öğretim ve terbiye devam etmeye çalıştığım demler…
Medrese arkadaşlarımdan olup canlı hayvan ticareti yapan bir arkadaşımın ziyaretine gittim. Konu döndü dolaştı cemaat ve birlik olmak ve cemaatsel çalışmaya geldi. Ben arkadaşıma Allah (cc) ın şeriatının ihya ve ikamesi için çalışmanın gereğini, bu konuda ilim ehlinin sorumluluğunun daha büyük olduğunu anlatıyordum. Bunun hakkını verebilmek için de cemaat olmanın gereğine ikna etmeye çalışıyordum.
Osmanlı medreselerinin iptali hilafetin lağvedilmesi ve mukaddesatla savaşın başlamasından sonra, Gaziantep merkezinde ilk nizami medrese. Antepli medreseyi pek tanımadığı gibi, her İslami çalışmaya da endişeyle yaklaşıyor. Doğal olarak o dönemde en büyük zorluklardan biri finans…
Ben arkadaşıma medrese vs. çalışmalarımız hakkında bilgi veriyordum. Medresemizin klasik Arapça dilini öğretmeden öte, bir dava ve davet okulu olduğunu, talebelerimizi davetçi ruhuyla yetiştirdiğimizi anlatarak onu manevi desteğin yanında maddi yardım ve finansal destek olması gerektiğini de anlatıyordum.
Ümmet ruhu, kardeşlik, birlik beraberlik şuuru ve cemaatsel çalışma bilinciyle çalışan İslami yapıları desteklemeliyiz ki İslami çalışmada var olanı boşluğu bu yapılar doldursun. Eğer biz sağlam İslami yapılara destek olmasak, loca ve mahfillerden devasa yardım ve destek gören, ne olduğu belli olmayan karanlık bir takım klik ve örgütlerin bu boşluğu dolduracağı muhakkaktır.
Arkadaşımın gazi Hama’dan bir misafiri vardı. Tartışmamız arasında geçen ayet ve hadislerden konuyu az çok anlamıştı ki, arkadaşımdan biraz izahat istedi. Arkadaşım ona konuyu özetleyince ister istemez dil Arapçaya döndü ve Suriyeli olan, Hama ve Humus katliamlarını yaşayıp sağ kurtulabilen az insandan biri olan misafir de muhabbete dâhil oldu.
Öyle şeyler anlattı ki duygulanmamak elde değildi. Onun anlattıklarını, yedi yıldır Suriye’de devam eden iç savaş ve bu savaştaki insanlık dışı muamelelerden anlıyoruz. Oğul Esed’in, İran kontrolündeki “Haşdi Şii”nin, ve bilcümle Şii unsurların şu an yaptıklarından, 1982 Hama ve Humus katliamlarında baba Esed’in neler yapabileceğini daha net anlıyoruz.
Bu teknoloji çağında, olan bitenlerin bir şekilde ve kısmen dünyaya ulaştığı günümüzde; Esed zalimi, hizb-uş şeytan ve beraberindeki Şii vahşilerin yaptıkları malum. Bir de teknolojinin bu güne kıyasla yok hükmünde olduğu; bilgisayar, internet ve cep telefonunun henüz icat olmadığı o günleri düşünün. TV var olsa da İslamâleminde henüz çok nadir. Radyo sadece devlet kontrolündeki birkaç kanaldan ibaret…
Üstüne üstlük nadiren bulunan kablolu telefon şebekesi de tamamen devre dışı bırakılmış. Sadece iletişim hatları değil, havadan ve kardan kuşatılmış olan mazlum İslam beldelerinin hayat damarı olan su ve elektrikte kesilmişti. İşte o ilkel dönemlerde Müslüman katliamına başlayanHafız Esed’in, neler yapabileceğini siz düşünün.
Daha bir de henüz yeni devrim yapmış, yaptığı Şii ve pers devrimini İslam diyarına “İslam devrimi” diye yutturmayı başarmışolan İran’ın hesapsız desteğini de arkasına almış. İran ve Humeyni de, orada burada laik yönetimler, zalim ve despot emir ve sultanların zulmünden bıkmış, bir kurtarıcı bekliyor.
İşte böyle bir dönemde “İslam kardeşliği” “Ümmetin birliği beraberliği” “Kudüs ve Mescidi Akasa’nın özgürleştirilmesi” “büyük şeytan Amerika” Amerika’nın” gayri meşru çocuğu İsrail” vb. ne karar dikkat çekici slogan varsa hepsini tepe tepe kullanan İran, tüm güçleriyle o günlerin en zalim diktatörü olan Hafız Esed’in arkasında durdu. Asıl söylememiz gerekenler bir sonraki yazıya kaldı. Selam… Dua…