Devlet halk ilişkisi devletin yapısını ve şeklini belirler. Tüm zamanlar içerisinde bütün dünyada sayısız devlet ortaya çıkmıştır. Zaman içerisinde yıkılmış yerine kimi zaman aynı coğrafyada aynı toplumda farklı isimlerde devletler kurulmuş; kimi zaman da coğrafya küçülerek veya genişleyerek, toplum bileşenleri artarak veya azalarak yeni devletler kurulmuştur.
Devlet ismi, kimi zaman halkıyla kimi zaman halkının üzerinde bulunduğu coğrafya ile kimi zaman da kurucusu (şahıs, aile, soy) ile anılmıştır. Tarihte yer almış bütün devletlerin yönetim şekli ya da idare tarzı çoğu zaman devletin künyesinin gölgesinde kalmıştır. Kabaca, krallık/saltanat, cumhuriyet/demokrasi ve dini/siyasi nosyonlarla yönetildiği ezberletilmiştir. Oysa birbirinden tamamen farklı olarak ezberletilen bu yönetim anlayışlarının hepsinde de ya bir diktatör ya da adil bir devlet başkanı görev almıştır.
Aslında tarihsel geçmişinden günümüze devlet metfununa bakıldığında ilk ele alınması gereken koşul ve yapılması gereken ayrım; “Devlet halk için mi yoksa halk devlet için mivardır?” Maalesef yıkılmış, kurulmuş yeniden yıkılmış ve böylece devam edegelen devletler tarihinin mezarlığındaki amel defterleri okunduğunda hemen hemen hepsinde halkın devlet için var olduğu anlayışınınhâkim olduğu görülmektedir. Günümüz dünya devletlerinin durumuna bakıldığında da durumun pek farklı olmadığı görülmektedir. Avrupa Birliği, Amerika, Kanada ve İngiltere gibi Batılı devletler 18. Yüzyıldan itibaren özellikle Fransız Devrimi’nden 2. Dünya Savaşına kadar olan süreçte yaşadığı büyük iç savaşlar, halk ayaklanmaları ve ulus edinme savaşları neticesinde ölmekten ve öldürmekten yorulmuş ve 1950’lerden sonra hızlı bir şekilde günümüz devlet yapılarını yani devlet halk için vardır anlayışını kazanmışlardır.
Batı, bu durumu tersine çevirmeyi başarmış lakin Doğu devletleri; gelişmemiş, azgelişmiş veya gelişmekte olan diye tasnif edilen ağırlıklı Müslümanların yaşadığı toplumlar kendi devletlerinde bunu başaramamıştır. Devletlerinin isminde geçen Şeriat, cumhuriyet, krallık sıfatları hem de 1400 yıllık barış ve esenlik, güven ve huzur kaynağı olan yüce İslâm’ın varlığının kesintisiz devam etmesine rağmen Doğu toplumlarının ve İslâm toplumlarının neredeyse ekseriyetinde bunun eksikliği, yani devletlerin halkını eşit ve adil bir şekilde idare, refah ve özgürlük içerisinde yaşatma durumundan mahrum bırakılması, inanılması güç bir gerçek olarak her gün karşı karşıya kalınan bir acıdır.
Hal mezat böyle olunca halkı devleti için var olarak gösteren ve araçsallaştıran devletlerde; İslâm coğrafyasında ve diğer coğrafyalarda gün geçmiyor ki devletlerin, idarecilerin, memurların veya sistemlerin zulmüne uğramadan geçen bir gün olmasın. Yönetim anlayışı her ne olursa olsun; iktidarlar, liderler, partiler, ideolojiler kendini devlet ile özdeşleştirirlerse ve halk üzerinde tahakküm oluştururlarsa devlet başkanından en alt memuruna her bir memur, hatta taraftar kendini devlet sanır ve kendinden olmayan herkesi her türlü haksızlığa ve hukuksuzluğa müstahak görür.
Her bir müntesip kendini otoritenin gölgesi görür. İşte bu anlayış onu kontrolden çıkarır; akıl, mantık, vicdan, ahlak, hukuk, sorumluluk ve yükümlülük aramaksızın kendi menfaat ve hevâsının varlığını; diğerlerinin hak, hukuk, yaşam, inanç ve değerlerinin üzerinde bir kamusal zorbalığa dönüştürür. Üstelik bunu yaparken cephede vatanını canı pahasına savunan bir asker, minberde dinini en iyi şekilde anlatmaya çalışan bir imam, devletine en büyük hizmetleri yapan bir milliyetçi, bütün topluma yön veren âlim, kahraman ve önder sanarak yapar. Maddi, manevi; dini, siyasi; milli ve kültürel bütün değerleri, simgeleri, sloganları tekelinde tutan bu zümrenin; ayıplanma, horlanma, yargılanma korkusu tamamen ölmüştür. Onu bu hale getiren devletin kendisi olduğu zannının kendince memuriyetle onanmasıdır, sivil olsa dahi kendini devlet zincirinin bir halkası olarak görmesidir. Ve herkese de bunu göstermek istemesidir.
Devlet otoritesinin yasalarda, kanunlarda değil de şahıslarda görülmesi halkları devletsizleştirir, devletleri de halksızlaştırır. Sözümü büyük âlim Şeyh Edebali’nin ölüm döşeğinde damadı ve öğrencisi olan Osman Gazi’ye ve onun nezdinde başta Müslümanlar olmak üzere bütün insanlığa söylediği hikmet dolu nasihat ile bitirmek istiyorum: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”