Yazılarımı takip eden pek kıymetli okurlarım ve dostlarım iyi bilirler. Bundan bir önceki yazımda ikiliğimizi ve bölünmüşlüğümüzü analiz eden ‘Bizi böyle böldüler’ başlıklı bir yazı kaleme almıştım.

Biraz gecikmeli de olsa ciddi manada gelen olumlu mesajları (birisi hariç) sıraya koyarak bu gün yayınlamak nasip oldu.

***

Onlardan ilki olan Adem Demirkıran demiş ki, “Yine yeniden harika bir yazı. Eline, diline sağlık abi.”

Ayhan Aktaş kardeşim şu yorumda bulunmuş, “Sel.Al. Usta. Eline, diline ve yüreğine sağlık. Birde, kardeş kardeşide bölüyorlar. 12 Eylül’den tut da 15 Ağustos vs. Evinde televizyon var mı? Dediklerini 3 günde, 3 ayda veya 3 senede uyguluyorlar. Okumak yok, laf çok.”

Bizim pirimiz Muhammed Köse hocamız, “Yazını okudum hocam. Taşı gediğine koymuşssun. Gönlüne bereket.” yorumunda bulunurken; Ahmet Kışlalı hocam, “Ağzına sağlık, kalemine kuvvet.” demiş.

Bir yorumda bölgemizin bilinen ressamlarından Aslan Çelik kardeşimizden. O da şunları söylemiş, “Çok güzel analiz yapmışsınız. Gönlüne, yüreğine, kalemine sağlık hocam.”

Osman Koç ve Cengiz Mantı, Mehmet Herdem gibi harika işaretli emoji gönderen kardeşlerimiz de var.

Biz eli kalem tutanlarında arkasındaki bu manevi atmosfer olmazsa halimiz ne olur düşünemiyorum. Yani bir futbolcuyu coşturan taraftar gibi diyelim. Bu ve buna benzer onlarca yorum. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Sizlerinde gönlüne ve diline sağlık.

***

Yazımın girişinde 2. paragrafta gelen olumlu mesajlardan bahsederken (birisi hariç) demiştim. Asıl konumuzda bu ya. Sepetteki çürük elma yani. Biz bölünmeyelim diye çırpınırken o ısrarla bölmeye devam ediyor ve bizi de zaten hep bu gibiler mahvediyor. Demek istemem o ki, konu ister istemez siyasete geliyor ve asıl bölünmeler burada başlıyor. Olabilir mi? Gayet tabi olabilir. Ancak ben diyorum ki; Bir insanı sevmeye bilirsiniz, o insana oy vermeyebilirsiniz, sapına kadar eleştirebilirsiniz. Ancak ne olur sizin bu sevmemeleriniz yapılan şeyleri, atılan adımları inkar etmenize mahal vermesin. Başkaca bir derdimiz yok vesselam.

Eleştirmekse ben de eleştiriyorum. Yermekse bende yeriyorum. Hatta aylar önce “İçimizdeki meymenetsizler” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. O yazıyı yazdığımda beni döneklikle itham edenler bile olmuştu. Olsun! Gam yok, dert yok. O onların düşüncesi, ancak ben kendimi biliyorum. Sadece yiğidi öldürüp hakkını yedirmiyorum. Bildiğim neyse onu söylüyorum. Olay bundan ibaret aslında. Fakat adamın derdi başka ve konuya “Devletin başında, tepemizde abdesti şüpheli olan olursa.....” diyerek girince... Sizce başka bir şey anlatmama gerek var mı? Aslında yok. Ancak nacizane bir önceki yazımda, “ben anlatmayacağım, yoruldum, artık alimler anlatsın” dememe rağmen dilimin döndüğünce bir kez daha anlattım. Anlattım anlatmasına da bu abdest meselesi çok ağır kaçıyor be koçum. El insaf.

Unuttun mu seküler kesimin baskısından dolayı selam dahi veremediğin günleri?

Unuttun mu Kur’an-ı Kerim’in okunmasının yasak olduğu günleri,

Unuttun mu başörtülü bacılarımızın üniversitelere gidemediği, okuyamadığı günleri?

Unuttun mu koca Müslüman bir devletin meclisine başörtüsüyle girmek için ne kavgaların yaşandığı günleri?

Unuttun mu imam hatiplerin neredeyse kapanmaya yüz tuttuğu günleri?

Unuttun mu asker ocağında evlatlarının yemin törenlerine başörtüsü ile giremeyen anaları-bacıları?

Örnekleri daha da sıralayabiliriz. Ama bence kafi. Ezanımız Türkçe okunsun diyenlerin kem-kümlerine girmek dahi istemiyorum.

Efendim Dolar ve Euro fırlamış, ekonomi kötüymüş. Enflasyon meselesi felan. Azlı çoklu her devlet şu günlerde bu meselelerle uğraşırken bu abdest meselesi ağır be koçum. Dediğin doğru değilse (... ki bana göre değil) veremezsin hesabını ahirette. Kaldıramazsın bu vebalı sonra.

Bir de bana demokrasiden bahsediyor. Neymiş efendim, Türkiye’ de şu anda demokrasi yok imiş.

Nedir peki kardeşim demokrasi?

Elinden alındığını düşünenlerin günü ve zamanı geldiğinde tepkisini ortaya koymasına imkan veren muazzam bir sistem değil midir? Kaldı ki bu sistemde gün olur söz sırası size de gelir. O halde niye bu ağır itham. Neden bu bölünmüşlük?

***

Şimdi size bir hikaye anlatmak istiyorum. Anlatayım ki bir önceki yazımda yazdıklarım ve yukarıdaki yazacaklarım daha iyi anlaşılsın. Anlatayım ki bölünmek istemediğimiz, aksine bütünleşmek ve büyüyerek dosta düşmana karşı nasıl güç birliği içerisinde olmak istediğimiz daha iyi anlaşılsın.

***

Efendim, hikâye şu:

Zamanın birinde bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef; çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış ve yarış başlamış.

Gerçekte seyirciler arasında hiç biri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş:

“Zavallılar! hiç bir zaman başaramayacaklar!”

“Zavallılar! hiç bir zaman başaramayacaklar!”

Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırmaya devam ediyorlarmış:

”Zavallılar! hiç bir zaman başaramayacaklar!”

Sonunda bir tanesi hariç, hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içerisinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler.

Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş; “Bu işi nasıl başardın?” diye.

Kurbağa cevap vermemiş. Bir daha sormuşlar. Yine cevap vermemiş.

Anlamışlar ki...

Kurbağa sağırmış!

Şimdi bize de aynısını diyorlar, “Zavallılar! hiç bir zaman başaramayacaklar!”

Varsın desinler, amacımız belli, niyetimiz belli. Demek ki gerekirse sağır, gerekirse kör ve gerekirse dilsiz olacağız. Ama o tepeye çıkacağız. Bu uğurda incitmeyeceğiz, incinmeyeceğiz ve bizi bölüp parçalamak isteyenlere inat bölünüp parçalanmayacağız. İşte bizim hikayemiz bu. Bu durum an azından bana göre böyle.

Vesselam,