Hemen herkesin bir mecliste duyduğu ya da bir yerde okuduğu komşuluk hadisi aslında anlaşılması kolay ama idraki ağır bir meseleyi, komşuluk hukuku konusunu öne çıkartır.
“Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” (Buhari, Müslim) Bu hadis sıhhati ile sabit bir rivayet olmasının yanında, medeniyet tasavvurumuzun önemli köşe taşlarından biridir.
İslam’ın kurmayı hedeflediği toplumun temel taşlarından biri aile ise diğeri de komşuluktur. Tıpkı iyi bir aile gibi iyi bir komşu da büyük bir nimettir.
Kırsalın fiziksel olarak mesafeli görünse de, bir akraba yakınlığı ile devam ettirdiği komşuluk münasebetleri, şehirlere gelindiğinde hızla aramızdan ayrılıyor.
Teknolojik gelişmeler, maddi refahın yükselmesi, çağın dayattığı bireysellik algısı, pek çok toplumsal bağı zedelediği gibi komşuluk bağını da tahrip ediyor. Öyle ki, karşılaştığınızda selamlaştığınız komşu ile baya bir mesafe almış sayılıyorsunuz. Zira hiç selamlaşmadan ve hatta görmezden gelinerek komşu olunabileceğini kabullenmiş bir kesim de var.
Apartman çağındayız. Artık eskilerin standart bahçeli/hayatlı evleri çoğumuz için uzak bir hayalden öteye geçemiyor. Mimarinin komşuluk hukukuna göre düzenlendiği devir çok geride kaldı. Şimdi mimari daha çok kazanmayı tasarlıyor.
Komşusunun bahçesine güneşin düşmesini engellememek için kendi duvarından feragat eden komşular yerini, komşusunun varlığını hiç aklına getirmeyen bir anlayışa bıraktı.
Saymaya kalksak sayfalar tutacak bir savrulmanın içinde önemli bir yer tutan ve toplum huzuru için elzem olan komşuluk münasebetlerinin yeniden diriltilmesi ve mirasçı kılınacağı zannedilen bir seviyeye taşınması her zaman mümkündür.
Apartmanların bizi getirdiği noktada, ortalama iki komşuyla duvarlarımız ve daha fazlası ile tavan ya da zeminlerimiz birleşiyor. Bunun bize ne gibi hak ve sorumluluklar verdiğini irdeleme ihtiyacı duymamız gerekiyor.
Ortak alanların kullanımından başlayan ve kendi evimizde attığımız her adımda gündeme gelen bir haktan bahsediyorum. Üstümüzdeki çatının tek olması aslında çok şey anlatıyor.
Tabii ki bu minvalde, gecekondu tabir edilen ve yere daha yakın evlerde yaşayanlar nispeten daha iyi durumdalar. Onların, hukukuna riayet etmek zorunda oldukları komşu sayısı bir apartman kadar olmuyor genellikle ve hala eskisi gibi bahçeleri olabiliyor.
Bizde refah ve zenginlik göstergesi sayılan apartman hayatının aslında batının gelişmiş zengin ülkelerinde, orta sınıfın yaşam alanları olması gerçeği de ayrı bir hadise. Yani olay, tamamen ülkenin bulunduğu ekonomik güce ve insanların refahtan aldıkları paya göre değişiyor.
İnsanın sahip oldukları ile kendini takdim etmesi, şuurunun kamil olmadığının en net göstergelerinden biridir. Evi, arabası ya da yaşadığı mahalle hatta şehir ile kendini önemli ve iyi gören birinin gözleri bozuktur ve yanlış gözlük takmıştır. Bundan dolayı, sıradan objeleri büyük görebilir, mesafe algısı bozulduğundan mezarı uzak zannedebilir.
Hayat dediğimiz şey, neticede bir şekilde münasebet kurduğumuz, yollarımız kesişen insanlarla ilgili vazifelerimizi yerine getirmekten ibarettir. Ölünce yapamayacağımız şeyledir bunlar, o yüzden hayat diyorum.
Mesela öldükten sonra komşumuzu ziyaret edip, varsa bir sıkıntımız gideremez ve helalleşemeyiz. Öldükten sonra tabutla mezara giderken, zamanında hatalı sollayarak korkuttuğumuz birine yetişip özür dileyemeyiz ve hakkını iade edemeyiz.
Sahi, hiç düşündük mü; yollarda yakın çevremizde seyahat eden her araç şoförü ile bir komşuluk yaptığımızı ve bir hukuk ortaya çıktığını ve bunun da bir hesabının olacağını…
Velhasıl, yaşamak zor iş! Herkese hakkını verebilmek, hakkıyla muamele edebilmek, hakkını muhafaza edebilmek ve bütün bu hengame içinde, iyi ve düzgün bir Müslüman olarak kalabilmek kolay değil. Ama mümkün ve ama mutlaka olmak zorunda!
İyi olmaktan, iyi olmaya devam etmekten ve iyi kalmak için çaba göstermekten vazgeçemeyiz.