İnsan, eşrefi mahlukat olması hasebiyle diğer tüm canlılardan farklı ve özeldir. Kendisi için Allah’ın yarattığı her şey emrine ve hizmetine sunulan insanın, tek sorumluluğu da yalnız Allah’a kulluk etmekten ibarettir. Bu kulluğun içinde dünyanın imarının da bulunduğu kabul edilir. Zira kulluk bununla gerçekleşecek ve sonraki nesillere aktarılacaktır.
İbrahim(a)’in Kabe’yi imar etmesi gibi. O, bununla insanlara ibadet mekânı hazırlamış ve onları davet etmiştir. Aynı şekilde insanların barınma ve sair hayati ihtiyaçlarını görmeleri için yapılan tüm iş ve işlemler de dünyanın imarı olarak kabul edilir.
Bu konuda insanların hizmetine sunulan diğer canlılardan faydalanması ve gerekeni gerektiği gibi kullanma hakkı bulunmaktadır. Hayvanperestlerin sandığı gibi onların alanına girilmesi ya da onların et ve sütlerinden faydalanılması bir haksızlık ya da sömürü değil tam aksine bir hak ve gerekliliktir.
Hayatın işleyişi içinde Allah’ın imtihan gereği izin verdiği itaat ve isyanlar, kabul ve retler, farklı düşünce ve inançlar ortaya çıkabilir. İnsanların dünyanın imarı konusunda yaklaşımları çok uzak köşelere kadar savrulabilir.
Bütün bu fikir altyapısından oldukça çeşitli siyasi ve ideolojik akımlar türeyebilir ve türemiştir de. Hem din kaynaklı hem de dinsizlik kaynaklı birçok “dünyayı imar etme” veya “aleme nizam verme” hedeflerine yönelik siyasi yönelimler ortaya çıkmıştır.
İslami bir dünya görüşüne sahip bizim gibi Müslümanlar için alemin nizamı ve dünyanın imarı ancak İslam ile sağlanabilir. Bunun karşısında yer alan kapitalist için kendi ideolojisi en ideali iken, komünist için de kendi fikri en doğru yoldur.
İtikat/İnanç doğal olarak siyasi duruş gerektirir ve belirleyicidir. Hatta inançsızlık veya sapkın yönelişler de bir siyasi duruşa sahiptir. İnsanın inandığı değerler üzerinden kendine bir yer bulması en normalidir zaten.
Siyasi tavırların en alt seviyesi ise ırkçılıktır. Zira ırkçılığın kendi ırkından başka dünyayı imar etmek gibi bir hedefi yoktur. Aleme nizam değil ancak yıkım ve felaket getirir. İnsanlardan bir zümre ya da ırkın kendini diğerlerinden üstün görmesi herhalde yaratılışa inanan ilahi din için de, seküler anlayış için de kabul edilebilir bir şey değildir.
Akıl ve mantıkla izah edilmesi mümkün olmayan bu üstünlük iddiasının temeli de boştur. Zira kimse doğarken ırkını seçmediği gibi, bugün gerek yeryüzünün birçok yerinde gerekse ülkemizde saf ırk ya da ari ırk gibi bir şeyden de bahsedilemez.
Hele biz Müslümanlar için üstünlük ölçüsünün takva olduğu tüm dini delillerle sabit ve tüm aklı selim sahibi olanlarca makbul iken, bir Müslümanın kendi ırkını üstünlük sebebi görmesi olsa olsa cehalet ve sapkınlıktır.
İslam bize kendi aile ve yakınlarımıza ayrı bir özen göstermemizi hatta akrabalarımıza iyilik etmeyi emreder. Kendi ırk veya diğer türleriyle yakın hissettiklerinin dünya ve ahiret iyiliği için gayret etmeyi de kesinlikle normal ve makbul bir davranış olarak görür.
Müslümanın kendi yakınlarını, akrabalarını ve ırkını sevmesi asla ve kat’a ırkçılık değildir. Irkçılık temelde, kendinden olmadığını düşündüklerini küçük görmek ve kendi kanından olanları diğerlerinden üstün saymaktır.
Hasbelkader ülkemizin bir şehrinde ve bir Türk ailesinde dünyaya gelen bebeğin hangi sebeple Afrika ya da dünyanın başka bir yerinde dünyaya gelen çocuktan üstünlüğü olabilecektir? Anne ve babası Türkçe konuştuğu için anadili Türkçe olan biri hangi sebeple anadili Arapça olan birinden üstün olabilir? Ya da İngilizce ya da Fransızca?
İnsanlık gen havuzunun ne kadar karıştığını sosyal deneylerle ispatlamanın da bir anlamı yok. Zira kimse zaten genetik testler sonucu ırkını belirlemiyor. Kendini mensup saydığı ve kabullendiği ırkı benimsiyor insanlar.
Irkçılığın ne ağır bir hastalık olduğunu anlamak için en net göstergelerden biri de, bu kesimin siyasi haritalarla tavır belirlemesidir. Örneğin; Şanlıurfa’nın Akçakent ilçesinde yaşayan bir Türk vatandaşı Arap, sınırlar çizilirken tel örgünün diğer yanında kalan akrabasından üstün ve imtiyazlı görülmektedir. Antakya’da yaşayan Türk vatandaşı bir Arap, Halep’ten gelen Suriye vatandaşı bir Türk’ten daha imtiyazlı görülebiliyor. Akla ziyan bu gibi basit duruşlar bile ırkçılığın nasıl saçma bir fikir olduğunu anlamaya yeter.
Irkın bir gen değil aidiyet hissi olduğunu iddia edenlere ise teklifim; madem öyle bırakın ülkemize sığınan Araplar ve diğer milletlerden olan insanlar da bir aidiyet hissi geliştirsinler. Müsaade edin buraları kendi toprakları gibi görsünler ve terlerini hatta kanlarını döksünler bu topraklara. Sonuçta belki sizden daha çok buraya aidiyet hissedecek ve o zaman sizden daha çok Türk olacaklar!
Gerçi son yüz yılımızı kendi aramızdaki farklı ırkları kabul etme sorunuyla geçirmişken bu yeni gelenlere nasıl davranacağımızı az çok tahmin ediyorduk ama iş idare edilebilir sınırları aşmaya ve iç savaş çığırtkanlığına kadar vardığına göre; son kırk yılını terörle mücadele ile geçiren bir ülke olmanın tecrübesiyle daha akıllı ve tedbirli adımlar atmamız gerekiyor.
Modern dünya göç ve göçmen gerçeğini kabullenen ve aralarına yeni katılan insanları bir potada eritip kendi ideal ve istikbali için kullanan ülkeler tarafından idare ediliyor. Bu pratik gerçekle kavga eden toplumlar ise hem iç huzurunu hem siyasi gücünü kaybediyor.
Son iki yüz yılını göç hikayelerinin oluşturduğu bir yakın tarihe sahip bizim gibi bir ülkenin çok daha yere basan ve uygulanabilir bir göç politika geleneği ve pratiği geliştirmesi gerekirdi. Ne yazık ki oldukça geç kaldığımız bu konuda hala ciddi bir adım atabilmiş değiliz.
Dün gelenin bugün geleni istemediği bir düzen Afrika düzlüklerindeki vahşi hayvan sürülerinde kalan bir uygulamadır. İnsanlar konuşarak ve dinleyerek anlayabilir ve anlaşabilirler.
Ve empati denilen muhatabı anlama gayreti oldukça değerli bir insani erdemdir!