İnsan evladı dünyaya geldiği andan, terki diyar ettiği zamana kadar hayattadır. Bir hayat sürer ancak ne kadar yaşar ya da yaşamaz, orası kişiden kişiye değişir.
Ömür dediğimiz şey, nefes alıp vermeye devam ettiğimiz zaman dilimini kapsarken, kendimizin bile yaşadık diye hissettiğimiz süre, bundan çok kısadır.
Uykuda hayattayızdır ama rüyadan başka bir şey yaşayamayız. Boş boş uzaklara dalıp gidenler de hayattadır ama yaşadıkları bir şey yoktur.
Ömrünü sair canlılar gibi yeme, içme ve benzeri ihtiyaçları görmekten ibaret bir süreçle geçiren herkes de hayattadır ama yaşadığı söylenemez pek.
İnsanı değerli kılan, yaşadığı hayata bir anlam kazandıran, iç dünyası dediğimiz ruhunun sükûnetini sağlayan, gönlünün huzurunu temin eden şey; diğer insanlara ve mahlukata ve hatta genel adıyla aleme ne kattığı ne fayda sağladığı ne kadar birilerini mutlu ettiği ile alakalıdır.
Hiç kimse tek başına ve sadece kendisi için yaptıkları ile yerleşik bir huzurun, neşe veren bir mutluluğun sahibi olamaz. Aksine başkalarına verdikçe kazanılan ve çoğalan bir şeydir saadet!
Öyle ki, egoistlikte zirveyi bulan ve artık bencillikte bir marka haline gelen insanlar bile, bu anlamsız hali devam ettirebilmek ve bununla yaşayabilmek için başkalarına ihtiyaç duyarlar. Diğerleri olmadan benliğin bir anlamı ve hatta ifadesi bile yoktur.
Sen ve o olmasaydı, ben diye bir zamirin dile girmesine ihtiyaç olmazdı.
Varlık ve ifadesini muhtaç olduklarına saygı duymak ise herhalde normal bir kişiliğin en doğal sıfatıdır.
Anne ve babalardan başlayarak, aile ve akraba, komşu ve hemşeriler, vatandaşlar ve ümmet gibi giderek genişleyen ve bizi var eden, varlığımıza bir anlam kazandıran, devamını sağlayan herkese saygı duymak ve sorumluluklarımızı yerine getirmek erdemlerin en vazgeçilmezidir.
Çok sevilen bir baba olabilmek için önce bir çocuk olması gerekiyor.
Çok başarılı bir iş adamı olmak için önce nitelikli eleman gerekiyor.
Çok iyi devlet adamı olabilmek için önce erdemli bir halk gerekiyor.
Çok iyi bir Müslüman olmak için önce ümmet gerekiyor.
“Yumurtanın mı tavuktan, tavuğun mu yumurtadan olduğu” paradoksunun anlamsızlığı gibidir bu cümlelerin sağlaması. Cevabı da basittir bu çıkmazın. Allah(cc) tavuğu yarattı ve ona yumurtlayarak çoğalma fıtratı verdi. Bize de o yumurtayı leziz ve faydalı bir yiyecek kıldı.
Allah(cc) bize hidayet etti ve Müslüman kıldı. Müslümanların oluşturduğu birliğe ümmet adını O verdi. Bizi bu büyük aileye mensup olmak şerefiyle onurlandırdı. Ümmeti Müslümanlar oluşturuyor ve fakat ümmet olmadan da Müslümanlık yaşanamıyor. Ümmete mensup olmanın meyvesi olan kardeşlik ise, gönüllerin en değerli gıdası olarak hayatımızdaki vazgeçilmez yerini aldı.
Bizden geriye gerçekten kalan ise, ne maldır ne evlat! Ancak ve sadece unutuluncaya kadar devam edecek olan bir hatıra… Bunun güzel mi çirkin mi olacağını biz belirliyoruz. Mallar ve evlatlar ancak bu hatıranın doğru yerinde ve doğru şekilde yer alırlarsa bir anlam ifade ediyorlar.
Ahirette kimlerin evladı olduğumuzun bir karşılığı olduğunu mu sanıyorsunuz?
Orada işler sandığımız gibi ya da dünyada alıştığımız gibi yürümüyor. Nasılını anlamak ve anlatmak için ise köşe yazıları değil asırlardır söylenen, okunan ve yazılan her şey ancak yetiyor.
İnsanlara bu idraki kazandırmak için yeni şeyler söylemek gerekmeseydi ilim 1400 yıl önce sona ererdi.