İnsan olarak sürekli etrafımızda olan bitenle ilgili kararlar, hükümler vermekteyiz. Müslüman olarak ise çevremizde olanları vahiy kaynaklı bir bakış açısı ile okumak mecburiyetindeyiz. Özellikle mevzubahis olan kavramlar direk Allah Teala ile ilgili ise bu nokta çok daha önem kazanır. Zira O’nu, kendisinin razı olduğu ile isimlendirmek, sıfatlandırmak veya tefekkür etmek şarttır.
İnsanların Allah Teala karşısındaki durumlarına gelince bunları da yine O’nun razı olduğu şekilde yapmak imanın bir gereğidir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken husus uhrevi ve dünyevi ya da zahir ve batın gibi iki ayrı yüzü olmasıdır. İnsanlar bizim gözümüzde yani dünyalık/zahide kimdirler ve ne ile isimlendirilirler sorıusunun cevabı yine vahiyden alınmalıdır.
Bu isimler hemen hepimizin bildiği mu’min, kafir veya munafık kavramlarıdır ki kendi içlerinde çoğalsalar da temelde bu üç sınıf vahyin insanları dünyada isimlendirme metodunun temelidir. Ahiretteki hallerini ise Allah Teala bilir!
Biz insanların dünyadaki hallerine, duruşlarına bakarak ve kalplerinde olanı Allah Teala’ya havale ederek bu isimlendirmelerden birisi ile muamele edebiliriz. İman ettiğini ifade eden ve bunun gereklerini yaptığını gözlemlediğimiz birini mu’min olarak isimlendirirken aksini kafirlikle ifade ederiz. Ancak munafıklık kalbi bir durum olduğundan emin olamayacağımız için kullanmaktan imtina ederiz.
Takva sahibi bir mu’mine muttaki, salih amellerle yaşayana salih insan deriz. Kalblerde olanı ancak Allah Teala bilir.
Günümüzde çokça kullanılan iki kavram olan velayet ve şehadet ya da daha türkçesi velilik ve şehidlik tamamen Allah Teala’nın zatını ilgilendiren iki kavram olarak karşımıza çıkar. Zira veliyyullah manasında kullanılan Allah dostu diye tercüme ettiğimiz velilik makamının muhatabı bizzat Zat-ı Zu’l-Celal’dir.
Kabul etmemiz gerekir ki kimin kiminle dost olduğunu en iyi o iki kişi bilir. Allah Teala’nın kiminle dost olduğunu da yalnız O ve O’nun vahiyle bildirdikleri bilebilir. Daha net ifadeyle, felanca zat velidir derken kastımız o kişinin Allah dostu olduğu ise bu büyük bir iddiadır. Hiçbirimizin elinde o zatın Allah Teala’nın dostu olduğuna dair vahiyle yahut başka bir yolla ulaşmış bir delilimiz yoktur. Sözümüz zahirine bakarak yaptığımız bir hüsnü zandan ibarettir.
Aynı şekilde şehidlik makamı ancak ve sadece vahiyle bildirildiğinde kesinleşen bir makamdır. Zira şehid, can verirken Allah rızasından başka maksadı olmadığına Allah’ın şahitlik ettiği kimsedir. Dolayısıyla kimse Allah adına karar verme ve bunu bilip ilan etme hakkına sahip değildir.
Bu konuda güzel bir örnek olarak Uhud savaşında büyük yararlıklar gösterdiği ve can verdiği halde Rasulullah(sav)’in ‘şehid değildir’ dediği Kuzman isimli Medinelidir. Kuzman, Uhud için yola çıkan İslam ordusundan geri kalmış ve ancak Medineli kadınların onu kınamaları sonucu savaşa katılma kararı almış biridir. Yani Kuzman, Allah için değil Medinli kadınlar onu kınamasınlar diye ölmüştür ve dolayısıyla şehid olmamıştır. Peygamber(sav) emriyle diğer şehidlerden ayrılmış ve Medine’ye yollanmıştır. Yani defnedilirken bile şehidlerin yanına defnedilmemiştir.
Hz. Ömer(ra) savaşta ölenlere şehid diyenleri: Biz Peygamber(sav)’e bakardık o şehid derse biz de şehid derdik siz de şehiddir demeyin ancak umulur ki şehiddir deyin, diye uyarmıştır. Bunu şehiddir inşaallah şeklinde formüle ederek kullanmak takva ve hayanın gereğidir. Allah adına konuşmak veya karar vermek bize düşen bir iş değildir. Bırakalım zaten yeterince sorumluluğumuz varken bir de delilsiz Allah adına kararlar vermek gibi bir cesaret(!) göstermeyi..
‘Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Bütün işler O’na döndürülür. O’na kulluk et ve O’na dayan. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.’ Hud – 123