Ordular savaşır, kazanan ve kaybeden olur, şehirler el değiştirir, idareciler değişir, kanunlar değişir ama insanlar bir şekilde hayatlarına devam ederler.
Tarih bize zalimlerin en aşağılıklarının insanlar arasında batıl inanç sahiplerinden çıktığını ve bunların hedef aldıkları İslam yurtlarının sahip oldukları medeniyet ve gelişmişlikle boy ölçüşemedikleri için duydukları derin kini, bitmez öfkeyi defalarca bize anlattı.
Normalde ordular savaşır, kazanan ve kaybeden olur, şehirler el değiştirir, idareciler değişir, kanunlar değişir ama insanlar bir şekilde hayatlarına devam ederler. Yani yaşadıkları ülkenin sistemi üzerinde etkisi ve yetkisi olmayan, kendi halinde çiftinin çubuğunun arkasında yürüyen, çoluk çocuğunun rızkının peşinde koşan, ekmek yapan, buğday yetiştiren ya da hastalara şifa vesilesi olmaya çalışan sıradan halkın savaşlarda birinci dereceden mesul olması ve bundan dolayı cezalandırılması hiçbir akıl sahibinin kabul etmeyeceği ve hiçbir vicdan sahibinin sessiz kalamayacağı, açık ve seçik, ayan ve beyan aşağılık bir zulümdür.
İslam’ın insanlığa sunduğu herhalde en değerli reçete fetih anlayışıdır. Her ne sebeple olursa olsun, girdiği yurdu payidar eden, elinde tuttuğu şehirleri ve halklarını ihya eden, bir medeniyet inşa eden ve imkan ve nimetleri her kesimle paylaşan bir devlet anlayışı fıtratı bozulmamış her insanın içine siner.
Dahası savaşları bir hukuk sistemi içinde yürütmek, öldürürken de güzel olmak, esir aldığında merhameti elden bırakmamak gibi başlıklarını duymanın bile insanın için ferahlattığı değerler sisteminin temelinde Allah ve Rasulü’nün emir ve yasakları ile ortaya konan İslam anlayışı vardır.
Bugün artık birçok Müslümana bile ütopik gelen bu yaşanmış ve tecrübe edilmiş, altı dolu gerçeklerin sitayişle ve iç çekerek yad edildiği günlerdeyiz.
Küfrün ve zulmün sınır tanımaz caniliği Moğol istilasından, Haçlı seferlerine, Endülüs’ün düşmesinden Kudüs işgaline hangi taraf anlatırsa anlatsın, inkar edilemez tarihi gerçekler olarak kayıtlarda duruyor.
Hadi eskileri eskide bırakıp yakın tarihe gelelim dediğimizde yüzyılın daha başlarında, aç vahşi hayvan sürülerinin saldırdığı gibi yurtlarımıza saldıran batılı vahşi insan sürüleri her yanı yakıp yıkmıştı. Medeniyetimizin enkazı üstüne bize lütfettikleri yaşama ve güya bağımsız olma hayallerimizi de hep akamete uğrattılar.
Nefes almamızdan rahatsız oldular.
Şehirler kurmamızdan, binalara yapmamızdan, evlerimizin olmasından rahatsız oldular.
Çocuklarımızın doğmasından, koşmasından, gülmesinden rahatsız oldular.
Camilerimizin kubbelerinden, minarelerimizin alemlerinden rahatsız oldular.
Duvarlarımızdaki nakışlardan, renkli desenlerden, tertemiz ve bembeyaz sadeliklerden rahatsız oldular.
Ezandan ve Kur’an’dan, ak sakallı dedelerden, beli bükülmüş ama hayası kırılmamış ninelerden rahatsız oldular.
Yağız delikanlılarımızdan, erkek gibi erkek adamlarımızdan rahatsız oldular.
İffetli kızlarımızdan, anne olan kadınlarımızdan rahatsız oldular.
Yerden biten otlarımızdan, kaynayan sularımızdan rahatsız oldular.
Zeytin ağaçlarımızdan, üzüm yapraklarımızdan, hurma bahçelerimizden rahatsız oldular.
Adımızdan, yurdumuzdan, yuvamızdan rahatsız oldular.
Her fırsatta saldırdılar bu yüzden. Yok etmek için saldırdılar çünkü el geçirmekle üstünlük kuramayacakları bir ahlaki üstünlükle karşı karşıya olduklarını çok iyi biliyorlardı. Söz ya da sesle, teori ya da pratikle boy ölçüşemeyeceklerini çok iyi biliyorlardı, halen de çok iyi biliyorlar.
Bir sırtlanın muhteşem bir aslan karşısında kuyruğunu kıçına kıstıra kıstıra kaçışı gibi, kaç kere karşımızdan kaçmak zorunda kalmalarından biliyorlar bizi.
Güler yüzümüzden, merhametli elimizden, yere sağlam basan ve asla geri dönmeyen topuklarımızdan biliyorlar bizi.
Adaletimizden biliyorlar! Onların bir Ömer’i hiç olmadı ve olamayacak, bunu biliyorlar.
Bu yüzden şehirlerimizi talan etmek ve yıkmak istiyorlar. En zayıf ve en etkisiz zamanımızda bile bizden it gibi korkuyorlar. En aciz ve güçsüzümüzden bile ödleri kopuyor. Eli ermez çocuklarımızdan, gücü yetmez ihtiyarlarımızdan da korkuyorlar ki, en çok onları öldürmeye çalışıyorlar.
Sesimizden nefesimizden korkuyorlar, korkacaklar. Enselerinde hep hissedecekler. Öldürmekle bitmeyen bir mananın canlı ve kanlı temsilcileri kıyamete kadar karşılarında durmaya ve onlara gülümsemeye devam edecek!
Evet her şeye rağmen, ölüme ve savaşa, kıtlığa ve yokluğa, kana ve gözyaşına rağmen gülümsemeye devam edeceğiz!
Bizi bitiremeyecekler!
Bizi yenemeyecekler!
Daha evvel gün kadar yakın Bosna, dün kadar Irak, bugün kadar yakın Suriye şahittir, ilandır ve ihtardır.
Bizi öldürerek susturamayacaklar.
En sakin ve sessiz olanımız, pek bir aksiyon beklenmeyen en mutedilimiz hayatta kaldığı müddetçe bir yerlerden sesimiz yükselecek ve hiç ummadıkları yerde ve zamanda karşılarına dikilmeye ve ölümü öldürmeye devam edeceğiz!
Bizim sözümüz kıyamete kadar bitmeyecek! Bitiremeyecekler…
İman etmeyenlere de ki: 'Yapabileceğinizi yapın; elbette biz de yapacağız. Bekleyin. Biz de beklemekteyiz’ (Hud 121-122)