Dünya tezatlar yurdudur. Onda hiçbir yerde ve hiçbir zaman, her şey güllük gülistanlık olmadığı gibi, her şey de elem ve kederden ibaret olmaz. Biraz ondan, biraz bundan gelir gider ve hayatın devranı böylece devam eder.
Gece ile gündüz gibi hayatın anlamını ve düzenini sağlayan olaylar kadar, hak ile batıl gibi insanın varlık ve devamını tayin eden zıtlıklar da vardır. Bunlar sürekli olmazlar. Bazen kutuplarda uzun süren geceler ya da gündüzler gibi, hakkın veya batılın üstünlüğü uzun sürse de, nihayetinde devran mutlaka değişir.
İnsanlar ve hadiseler de hep aynı kalmaz ve olmazlar. Zamanla her şey gibi onlar da değişir. Zaman ve zemin değiştikçe, ortam ve şartlar geliştikçe, aynı insanlardan bambaşka kişiler çıkabildiği gibi, aynı sebeplerden bambaşka olaylar ortaya çıkabilir.
Ramazan ayı gibi mübarek ve mukaddes zaman dilimleri de böyledir. Onun gelmesi ile yaşanan sevinç ya da bereket, her yerde farklı olsa da, şartlar kimine seyran olur, diğerine figan.
Mesela, Kudüs’ün Ramazanları hep hüzünlüdür. Gerçi esir olanın nesinde hüzün olmaz ki?
Ama Kudüs, her Ramazan ayına bir düğüne hazırlanır gibi süslenerek girer. Umudu ve sevinci öyle büyütür, öyle büyütür ki, ne dökülen kan, ne çiğnenen hürmetler, ne işgal ne de yakılan ateş engelleyemez Ramazan’ın bereket ve rahmetini, huzur ve sevincini!
Zaten asıl mesele; her şeyin yolunda olduğu yerde bir Ramazan sevinci yaşamak değil, her şeyin yolundan çıktığı yerde bu bilinci kuşanmaktır.
Allah(cc) Ramazan ayını bize ikram etmiştir, bizim dışımızdakilerin böyle bir ikramdan nasipleri yoktur. Onlardan asgari saygı beklemek bile çoğu zaman duygu israfı olur.
Her birimiz kendi şartlarında, kendisinden beklenen kadar bir şeyler yapmakla yükümlüdür. Hassasiyetler önemlidir elbette ama değiştirme imkanımız olmayan bir konuyu saplanıp kalmak ve yanı başımızda müdahale etmeye gücümüzün yeteceği meseleleri ıskalamak büyük bir kayıp olur.
Kudüs ve Filistin meselesi, sloganların sislerinin ardında kaybettiğimiz bir mevzu olmaktan çıkmalı ve fıtratın kanunlarına göre atılacak adımlara yön verecek bir şuura dönüşmelidir. Aksi halde, kınamalar ve başarısız boykotlarla kendimizi komik duruma düşürmekten başka bir başarı elde edemediğimize hepimiz şahidiz.
Hemen hepimizin bildiği bir hadisten mülhem; bir kötülük ortaya çıktığında onu eliyle düzeltmek güç ve otorite sahiplerinin işidir, diliyle düzeltmek ilim ve irfan sahiplerine düşer, kalbiyle buğzetmek ise iman ve vicdan sahiplerinin tavrıdır.
Ancak; bir gelecek projesi, bir değişim planı, bir ümmet misyonu, bir kurtuluş savaşı düşünülüyorsa, bunu yapmak için, toplumun her kesiminin her türlü katkısına ihtiyaç vardır. Ne ki, işin başı ve temeli organize ve plandır. Bunun olabilmesi için de birlik ve ittifak şarttır. Yoksa herkesin kendi ölçeğinde yapacağı bir planla ya da programla, küresel çetelerle ve emperyalistlerle başa çıkılması mümkün olmaz.
Müslümanlığımızın olgunluğundan bahsedebilmemiz için; iman, fikir, şuur ve hareket alanlarında dengeli olmak herhalde ilk adımımız olmalıdır. Dengede duramayanların başkaları ile el ele olmaları da düşünülemez zaten. Düşmemek için yardım almak amacıyla başkasının elinden tutanın pratikte pek bir değeri ve katkısı yoktur.
Ramazan ayı ile edinmeye çalıştığımız dünya ve ahiret dengesini, kendi benliğimize ve içinde bulunduğumuz ya da bizi etkileyen olaylara uygulamamız gerekiyor. Bizim için asıl meselenin ahiret olduğunu ve her konuyu bununla değerlendirmek zorunda olduğumuzu ama dünyaya bigane kalmamızın da mümkün olmadığını biliyoruz.
Dünyada hayatın devamına sebep olan zıtlıkların, nasıl bir denge ile devam ettiğini idrak ederek, karşılaştığımız kişi ya da olayları doğru kefeye koyarak dengemizi sağlamaya devam edebiliriz. Teraziyi devirmeden dengede kalmak hayatta elde edilecek en güzel başarıdır.
Her şeyin zıddıyla kaim olduğu dünyamızda, şeytanın kıyamete kadar izinli olması bize bir şey anlatıyor. Onu yok edemeyiz ve böyle bir hedefimiz de olamaz. Ona rağmen dengede kalmak ve dümdüz yürümeye devam etmek, bütün meselemizdir.