Bir kaç gün önce Avrupa’nın en batısında, geçen hafta ortalarında Fransa’da yaşananlara benzemeyen bir göçmen krizi daha yaşandı ve Hollanda’da koalisyon Başbakan Rutte’nin geçici sığınma statüsü alan göçmenlerin aile birleşimi haklarını kısıtlamak istemesi üzerine düştü.
Avrupa’nın en müreffeh ülkelerinden Hollanda’da göçmen kabul merkezlerinde yeterli yemek ve yatak temininde sorun yaşanması ile başlayan tartışmalar hükümeti bu noktaya getirdi. Tabi ki Ukraynalılar sorunun parçası değil, olmadılar da. Onlara göçmen değil aileden bir misafir muamelesi yapılıyor. Kralın saraylarından birinin onlara tahsis edildiğini bilmek yeterli sanırım.
Bizde ise göç ve göçmen hadisesi politik malzeme olarak kullanılmaya ve gerçeğinden koparılarak, beyin damarları ya tıkalı ya da daralmış faşistlerin toplumu germek ve muhtemel bir kargaşaya zemin hazırlamak için sarıldıkları bir dikenli tele dönüşmüş durumda.
Tam bu noktada unutulmaması gereken acı gerçeğin “hepimizin aslında dünyada göçmen olduğumuz ve asıl yurdumuzun cennet olduğu” gibi zihinde kekremsi bir acı tat bırakan ve ölümü çağrıştıran ahireti hatırlamak gerekiyor.
Yeryüzü ya da ondan payımıza düşeni ifade eden vatan kavramına gelince, bu konuda çok değil bin yıllık maziyi anmak herhalde yeter.
Yeryüzü Allah(cc)’ın mülküdür ve bunu dilediği kullarına verir. Bir yeri vatan edinmenin çok fazla yolu vardır. Mesela biz Anadolu’yu savaşarak ve yerli halkına galip gelerek yurt edinmişiz. Bir başkası anlaşma ile yerleşmiş, emek vermiş, katkıda bulunmuş ve buralı olmuş.
Bir diğeri yüzyıllar boyu İslam medeniyet merkezi olduğu için göç etmiş buralara, bir başkası ekonomik, öteki siyasi, beriki başka sebeplerle gelmiş ve yerleşmiş yurt edinmiş, çalışmış, kan ve ter döküp buralı olmuş. Kimisine atasından miras kalmış, emeksiz sahip olmuş bu vatana.
Bir imparatorluk bakiyesinde yaşamanın doğal sonucu olarak; dara düşen, kovulan, sürülen hatta keyfi isteyen herkes gelmiş bu topraklara. 72,5 çeşitten bir millet olmuşuz. Kayıtlara İslam milleti olarak düşmüşüz. Sadece yüz yıl önce İslam milleti ve diğerleri varmış burada.
Salname adı verilen bir tür devlet arşiv belgelerinde, nüfus sayımı bölümlerinde milletler böyle sayılıyordu; İslam, Yahudi, Hristiyan, Latin, Ermeni gibi. Şimdi adları kayıtlarda farklı milletler olarak geçmeyen Türkler, Kürtler ve Araplar arasında bir yurt, vatan, yerli ve göçmen tartışması ne kadar da yapay…
Boşnakla Bulgarın, Çerkesle Zazanın, Türkle Kürdün ne kadar hakkı varsa bu imparatorluk bakiyesinde Suriyeli Türkmenin, Kürdün ve Arabın da o kadar hakkı var. Selçuklu Sultanı Muhammed Tuğrul bey kardeşi Davud Çağrı beyin desteğiyle Rukneddin (dinin direği) ünvanını aldığı günden, Sultan Muhammed Alparslan’ın Halep’ten Malazgirt’e yürüdüğü günden beri bu böyle.
Göçmen krizi batılıların belasıdır, biz doğuluların değil, olmamalı da. Bizim imtihanımızdır ve biz bugüne kadar başarıyla verdiğimiz gibi bundan sonra da Allah’ın izniyle geçeriz bu imtihanı.
Kardeşler olmanın doğal sonucu olarak; kızsak da küssek de darılsak da hatta kavga bile etsek, kan bağı gibi koparılması düşünülemeyen din kardeşliği bağımızın varlığını unutmadığımız ve bu sağlam ipi bırakmadığımız müddetçe bizim bir göçmen krizimiz olmaz.
Tabii ki bu sadece eskiden gelenlerin değil yeni gelenlerin de sorumluluklarını yerine getirmeleri ve yurdu sahiplenerek taşın altına ellerine koymaları ile mümkün olur. Bugüne kadar yaşana pek çok olay ortaya koydu ki, yeni gelenlerin özellikle Suriye’den gelenlerin terleri, kanları ve gözyaşları bu topraklara çokça aktı. Artık toprak altında onların ölüleri ile bizimkiler daha yakın.
Cami ve mescidlerimizde saflarda yanyana, omuz omuza duruyoruz. Onlar bizden, biz onlardanız. Şam da bizim Halep de, tıpkı Antep ve Urfa’nın onların olduğu gibi.