Hemen hepimizin bir şekli ile karşı olduğu halde bir yandan da içten içe besleyip büyüttüğü göçmen karşıtlığı, farklı seviye ve türlerle sürekli karşımıza çıkmaya devam ediyor. Peki bu yeni bir şey mi? Bizden öncekilerde bu işler nasıl yürüyordu? İnsanlık tarihi kadar eski denebilecek bu göçmenliğin bir sonu olmayacak mı?
Bir kere en başta şunda anlaşalım:
Dünya insanın mutlak yurdu değil, geçici bir süre barındığı ve bir şeylerle avunduğu, sonra da ölüp terk ettiği bir gölgelik, bir ağaç altı sığınağı, bir mola, bir heves, bir hülya, bir rüya yahut bir bela ve imtihanlar ülkesidir. Buradaki misafirliğimiz son insan can verdiğinde tamamen bitecektir.
Bu ahiret inancına sahip olmayan ve insanlığın başlangıcı ve sonu hakkındaki ilahi fermana iman etmeyenler için sözüm burada biter. Onlardan yazıya devam etmemelerini ve sayfayı kapatmalarını rica ederim. İman edenler için ise, nefes aldığımız sürede söylenecek bir şeyler olmak zorundadır. İşte onlardan bazıları.
İslam tarihinin kırılma noktalarından biri olan; İsmail(a) ve İshak(a)’ın farklı annelerin çocukları olmalarından yola çıkarak, İsmail oğullarının Yahudi olamayacağı ön kabulü ve neslin anneden devamını esas almak gibi fıtrata aykırı bir görüşü benimseyen İsrail oğullarının, İsmail neslinin nadide son halkası Muhammed(sas)’in peygamberliğini inkar için tutundukları uyduruk ve çürük dalın adı ırkçılıktır.
Allah(cc)’in son Resulü Muhammed(sas) yere düşmeyen gölgesi ile Mekke’de peygamberliğini ilan ettiğinde, müşriklerin ileri gelenlerinden birinin itirafında yer alan, “O’nun aşireti ile benim aşiretim rekabet halindedir; onlar hacılara yemek verince biz daha fazlasını verdik, su dağıttılar biz de dağıttık, şimdi onlar bir peygamber çıkarttı, ben nereden bir peygamber bulup karşısına çıkarayım” hezeyanında ifadesini bulan inkarın sebebi ırkçılıktır.
İblise, “Onu topraktan beni ateşten yarattın, ben ondan üstünüm” cümlesini kurduran ve kıyamete kadar bize düşman eden haset ırkçılığın temelidir.
Müslümanlar için ırkından dolayı birini aşağılamak, hor görmek ya da aleyhine olmak gibi bir düşüklük kabul edilemez! Bizim dünya ve ahiret için geçerli kalite kontrol mihengimiz takvadır. Mü’min ve muttaki olan birinin ne adına ne rengine ne diline ne dişine ne soyuna ne üstüne ne de başına bakmaz, kardeş biliriz.
Kardeş bilmenin ilk ve kesin kuralı ise sevmek ve dünyalıklarını paylaşmaktır. Kardeş kardeşine sahip çıkar, onu düşmanına teslim etmez, ona zulmetmez, zulmedilmesine müsaade etmez! Kardeş kardeşe, yurdunu ve yuvasını açar, ekmeğini paylaşır, dizine derman olur, gözüne fer!
Biz işin bu kısmını beceremediğimize göre samimi olarak gerçekten iman kardeşliğine inanıp inanmadığımızı, kalbimizde bir burukluk olmadan kardeşliği içimize sindirip sindiremediğimizi kontrol etmemizin ve kendimizi bu konuda hesaba çekmemizin tam zamanıdır. Zira gelecek günler bu kardeşlik iddiamızın daha da sorgulanacağı ve daha ağır imtihanlara tutulacağı günler olabilir.
Hicret ve göç hikayelerinin en keskin ve en uzak iki örneğini hemen hepimiz çok biliyoruz.
Mekke’den Yesrib’e hicret edenler, dünyanın geleceğine ışık tutacak bir medeniyetin temel taşları oldular ve biz onları kıyamete kadar örnek ve önder olacak bir nesil meydana getirdiler. Onların da ilk zamanlarında aralarında sorunlar, kavgalar hatta savaşlar vardı. Bunları aştılar ve saadet asrına zemin oldular.
Oradan geçen asırlar sonrasında İslam ile tanışan göçebe Türkmen kabileleri büyük imparatorluklar kurdular ve yüzyıllar boyu sürecek bir destana imza attılar. Dahası örnek aileler olarak fethedilen şehirlere yerleştirilen göçmen aileler vesilesiyle Avrupa’da özellikle Balkanlar’da İslam’ın kök salmasına yol açtılar. Aradan geçen ve devletlerinin gerilemesi ve nihayetinde dağılması ile sahipsiz kalan göçmenlerin Anadolu’ya geri göçü sonrasında gelenlere yine göçmen dendi ve yine uzun bir süre dışlandılar.
Ne giderken ne gelirken göçmen değildi onlar; tıpkı Suriye’den, Irak’tan ya da Kuzey Afrika’dan bu topraklar gelenler gibi. Çok değil daha yüz yıl önce Trablusgarp’tan, Trablusşam’dan, Sana’dan Bağdat’tan, Halep’ten, Kudüs’ten Medine’den, Kahire’den, Humus’tan, Bosna’dan Niş’ten gelenlere pasaport sorulmuyordu.
Kim neden göçmen olsun ya da kim neden göçmen olmasın?
Kim kalıcı? Neye ve kime göre yerli? Kim nerden geldi, kim nereye gidiyor?
Bu soruların cevaplarını aramak zorundayız. Yoksa kervan göçer biz dağlar başında kalırız!