İnsanlar ancak, birlikte yaşamanın zahmetlerine de rahmetlerine de alışarak büyük toplumlar oluşturabilir. Yaratılış itibariyle ve hayatın devamlılığı için bir diğerine ihtiyaç duymak, -istisnalar hariç- hepimizin doğal halidir.
Yeryüzünde hayatını devam ettiren insanlığın yekunu içinde, herkesten uzaklaşarak bir köşede kendi başına hayatta kalmaya çalışanların sayısı, söz konusu edilemeyecek kadar azdır.
Demem o ki; hayat, birlikte yaşanan ve birbirimize sağladığımız fayda ve zararlar ile devam eden bir süreçtir.
Düşünsenize, şeytanın yok olduğu ve kimsenin kötü olmadığı bir dünya ne kadar anlamsız olurdu. Bu manada, kötülüğün ve sıkıntıların varlığı, iyilik ve rahatlığın değerini tayin eden durumlardır.
Kimsenin hata yapmadığı ve mükemmel akan bir trafik hayali ne boş! Mutlaka birileri aksilik yapacaktır beklentisi ne kadar doğal.
Kimsenin suç işlemediği bir toplum, ne kadar ütopik! Birilerinin hatalar yapması ve birilerinin onları cezalandırarak adaleti temin ile vazifeli olması ne kadar normal.
Bizler insanız, melek değil!
Evlerimiz yan yana ya da üst üste. Sokaklarımız mutlaka bir yerde kesişmek durumunda. Köylerimiz şehre, şehirlerimiz mutlaka bir ülkeye, ülkemiz muhakkak bir dünyaya açılmak ve ulaşmak zorunda.
Halihazırda, hiçbir toplum homojen değil ve kalamıyor. Belki Amazon ormanlarının derinlerinde ya da Afrika çöllerinin bir köşesinde, kuş uçmaz ve kervan geçmez dağların zirvelerinde küçük kabileler, belki kendileri olarak kalabiliyorlardır.
Bunların dışındaki hepimiz, bir diğerinden etkilenmek ve etkileşimde bulunmak durumundayız. Bunun zenginlik ya da fakirlikle, gelişmişlik ya da geri kalmışlıkla da çok alakası yok.
Öyle ya, dünyanın en ücra köşelerinde bile dilimizi bilen birileri olabiliyor ve dünyanın her yerinde ve her şeyden haber alma şansımız bulunuyor.
Kenar mahallelerin işçileri ile modern semtlerin zenginleri aynı yolları kullanmak, aynı ekmeği yemek zorundalar.
Gerçi bizim belediyelerimizin hizmet anlayışı biraz durumları eşitliyor. Milyonlarca liralık evlerin sokakları ile gecekondu semtlerinin sokakları arasında alt ve üst yapı bakımından neredeyse fark yok! Yani bir zenginimizin 15 milyonluk malikanesinden çıkarak, birkaç milyonluk aracına binerken çamura basma, kaldırım taşına takılma ihtimali ile, 500 liralık gecekondu kiracısı işçinin aynı halleri yaşama ihtimali yaklaşık olarak aynı…
İronik bir şekilde, adalet uygulanıyordur belki de, bilemiyorum.
Ancak büyük şehirlerin, büyük insan toplulukları demek olduğu ve çokluğun mutlaka çeşitliliği ve farklılığı beraberinde getirdiği gerçeğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
Yerlilerin kendileri kalma şansı yoktur artık, eğer Afrika’nın bir köşesinde değillerse!
Önceden gelenlerin kendilerinden sonra gelenlere kızma hakkı yoktur, eğer akılları başlarındaysa.
Bugün yeryüzünde saf bir ırk kalmadığı gibi, ari bir şehir de yoktur. Herkes birbiri ile akraba, herkes komşu. Bu güncel dünya gerçeğini idrak ettiğimizde, bakış açımızı değiştirmemizin daha kolay olacağını tahmin ediyorum.
Şili’de mülteci olarak ülkeye bilmem kaç yılında sığınan Filistinlilerin kurduğu futbol takımının sırt formalarının hayallerindeki ülkenin haritası olmasına yerli futbol otoriteleri itiraz edebilir. Ancak bu cümlede geçen Kuzey Amerika kıtasındaki Şili ve Filistin’in gerek coğrafi, gerek kültürel olarak ne kadar uzak olduğunun bir anlamının kalmadığının farkında olmak için güzel bir örnektir.
Avustralya’da Çanakkale Savaşı sırasında tren saldırısı düzenleyen iki Osmanlı’nın efsanesi hoşumuza gider. Japonya’da kurulan camiye bayılırız. Bütün bunların bizim dışımızdaki herkes için de geçerli olabileceği ihtimalini öğrenmezsek bir yere varamayız.
Sokak ve şehrimizdeki farklılıklarla ünsiyet kurmayı başarmamız gerekiyor. Medeniyet tam da böyle bir şeydir!