İnsanoğlu bir çok konuda garip davranışlar sergiler; yaşar, yaşadığını farketmeden ve dahası yaşatanı bilmeden ve merak etmeden. Dünyadan nefret etse de ölmek istemez genellikle, tezatlar insan olmanın gereğidir sanki. Sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı; gecelerde gündüzü, gündüzlerde ise geceyi aramak...

İnsan olarak hepimizin düştüğü en komik hata ise birşeylerin bizim olduğunu sanmaktır. Hayatı ve onu yaşarken elde ettiklerimizi bizim sanıp bir ömür geçiririz, sonra da geride kaldıklarını görüp ardımıza baka baka öteki aleme gideriz. Bizden öncekilerin bu hallerinden ibret almak çok azımızın aklına gelir. Bu halin en acıklı yanı ise; bizim sandıklarımızı dünyada iken kaybettiğimizde gösterdiğimiz anlaşılmaz cinnet halidir. Zaten bizim olmayan ve bir süreliğine emanet olarak bize verilen şeyleri o kadar sahiplenmişizdir ki, kaybetmek felaket gibi gelir.

Dünya kısa bir süre için kalınan ve metaından faydanılan, sonra da geçip gidilen bir yerdir. Dünya metaı dediğimiz şey, geçici olarak dünyada verilen; mal ve evlat gibi sevilen ve bir süreliğine emanet edilen şeylerdir. Vakti geldiğinde elimizden alınırlar ve hiçbir çaba yahut kuvvet Mevla’nın aldığını yerine koyamaz veya almasına engel olamaz!

Bizim sandığımız şeylerin en mukaddesi şüphesiz dinimizdir. Bazan sahiplenmek yani benim diye üzerine titremek ve korumak gibi normal hassasiyetleri ifade etse de, farkında olmadan dinimizi bize ait sandığımız diğer eşyalar gibi kaybetme korkusu ve başkalarından sakınma güdüsü ortaya çıkmaktadır.

Bu durumda ‘bu dinin kimin olduğu’nu doğru tespit etmek hayatımızı kolaylaştıracaktır. Hepimiz bilir ve tasdik ederiz ki bu din Allah(cc)’ındır. Fakat bakış açıları hidayetle yönlendirilmeyenler içinde bulundukları kibirle ve biraz da islam dünyasının ezilen ve fakir bırakılan kısımlarına bakarak bu dini başka ideoloji ya da fikirlerle aşılamaya ve 3. dünya ülkelerinin gariban halklarının dini olarak yaftalayıp reddetmeye çalışırlar. Hakikatini bilmek ya da sorgulamak yerine küçümseyerek yüz çevirmek onlara daha kolay gelir.

Daha da ilginci biz müslümanların da bunu kabullenir konumudur ki birçoğumuz bunun farkında bile olmadan savunuculuğunu yaparız. Tarihçilerimiz ilk iman edenleri sayarken not düşerler, genelde gençler ve fakirlerdi, diye. Hatta, ‘İslam garip olarak başladı ve garip olarak devam edecektir, gariplere müjdeler olsun’ hadisini müslümanların maddi güçten mahrum ve hep ezilip hor görülenler olacakları seklinde te’vil ederek, kanıksayan ve bu şekilde tebliğ edenlerimiz vardır.

Sırf olası ihtimalleri reddetmek için de olsa şunu kaydedelim, bu din arapların ya da herhangi bir ırkın değildir ve olamaz. Zira temel nüansı ‘denge’ olan İslam’ın herhangi bir üstün sınıfı yoktur. Bu bağlamda peygamberi ırk olarak türkleştirme gayretinin de İslam ile alakası olmadığı ortadadır. Mukaddes beldelerin bugünkü sakinlerinin arap olması oraların onların toprağı olduğu anlamına gelmez. Tıpkı peygamberlerin ortak daveti olan tevhid inancı gibi o topraklar da insanlığın ortak mirasıdır.

İslam’ın garip olması bizim anladığımız anlamda kenar mahalle/varoş dini olduğu anlamına gelmiyor. Tam aksine aslında ilk dönemlerden itibaren bütün toplumlarda bu dini kabullenenler kişisel meziyetleri yüksek, toplumlarının akil insanları olmuştur. Ancak her halukarda ezilen toplum kesimlerinin de bu dine koşması eşyanın doğası gereğidir ki, toplumsal adaletin garantisi olan bir inanca elbette buna hasret kalanlar ve yokluğunu hissedenler duyarsız kalamazlar.

İslam’ın ilk dönemlerinde zannedildiği gibi fakir ve ezilenler değil Mekke’nin önde gelen zenginleri ve saygın şahsiyetleri de Peygamber(SAV)’in çevresindedirler. Şöyle bir kaç isim hatırlatıldığında birçoğumuz daha kolay idrak edecektir.

En yakın örnek Haticet’ul Kübra(r.anha)’dır ki dönemin tartışmasız en zengin hanımlarındandır. Kendine ait kervanları olan bu hanımefendi, eğitimi, görgüsü ve topyekün kültürüyle aslında bir anlamda o toplumun ‘beyaz’ kesimindendi.

Aynı şekilde bizim büyük ve önder sahabiler olarak tanıdıklarımıza bakalım; Ebu Bekr(r.a.), Ömer(r.a.) yahut Osman(r.a.) ve hatta Ali(r.a.)... Kimlerdir bunlar? Hulefa-i Raşidin diye bildiklerimiz ve dönemin yine en zengin ve kültürlü kesiminden geliyorlar. Saymaya devam edebilirsiniz, Abdurrahman bin Avf(r.a.) ve ya Sa’d bin Muaz(r.a.) yahut Es’ad bin Murare(r.a.) gibi önder isimler de yine aynıdır ve aslında bugün burjuva yahut ‘beyaz’ olarak isimlendirilen toplum kesimindendirler.

İşte bu noktada islam’ın adalet ve denge unsuru devreye giriyor ve ne namaz saflarında ne de hayatın başka bir yerinde hiçkimsenin etiket yahut şöhretiyle öne geçmesine izin vermiyor. Bu denge ve imandır ki, Halid bin Velid(r.a.) gibi dönemin en meşhur komutanının kafasını bir zamanların kölesi Bilal(r.a.)’ın geçeceği eşiğe koyduruyor.

Zira iman ve islam başlıbaşına bir değer yargısı ve takva üstünlüklerin yegane ölçüsü oluveriyor. Toplumun hangi kesiminden gelirse gelsin her mü’min özel ve saygıdeğer bir fert olmakla birlikte, İslam’ın sunduğu fıtrata uygun hayat ile de zaten içinde bulunduğu toplumun en saygın ve modern ferdi haline geliyor. Çok uçuk değil bu gerçek, buyrun şu örnekle düşünelim: Her açıdan daha ileride gözüken ama kendi elleriyle yaptığı putların önünde gerdan kıran Ebu Cehil mi daha moderndir, yoksa kendi özgür iradesi ile kabul ettiği inancı canı pahasına terketmeyen Yasir(r.a.) ile Sumeyye(r.a.) mi? Günümüzün ‘beyaz’larına sorulacak en basit soru belki de budur. Ve bu anlamda İslam; toplumun aydın ve önder kesimleri tarafından kabul edilen ve din edinilen bir akidedir.

İnsanların kafalarının içidir aslolan, yoksa elbette gariban bir gecekondu sakini ile dev bir malikhanede ikamet eden ve kedilerine sıradan bir evin bir günlük mutfak masrafı kadar harcama yapabilen biri mal varlığı olarak mukayese edilemez. Fakat sabahın ilk ısıklarında sokaklarda yalnız iki sınıf insan görürsünüz:

Bir zümre vardır ki; çok rahat bir saltanat ile hayat sürmekte ve kelimenin tam da anlamıyla ‘yediği önünde, yemediği arkasında’dır. Avrupa’da cokça vardır bunlardan ve onları sabahın erken saatlerinde köpeklerinin peşinden bakarken görebilirsiniz.

Diğer bir zümre ise, aynı saatlerde ya evlerinin bir köşesinde yahut mescidlerde Aziz ve Celil olan bir Allah’a ibadet pesindedirler. Şimdi hangi akıl veya vicdan sahibi, bu iki zümreyi mukayese edip bunlardan köpek peşinde koşanları daha modern ve gelişmiş sayabilir ki? Hatta bir adım daha ileri gidelim, bunlardan hangisi acınacak halde ve garibandır? Mevla’nın kendisini köpeğe hizmetçi kıldığı adam mı yoksa O’ndan başkasına boyun eğmeyi zillet gören mi?

Medeniyet denilen şey, insanlık onurunu yüceltmek ise şayet; bir tek Allah’a kulluktur bu!