İnsan, eşrefi mahlukattır. Diğer yaratılmışlardan üstün kılınmış, alem hizmetine sunulmuştur. Bu büyük sıfatın karşılığında ise ondan, tek bir Allah’a kulluk etmesi ve kendi de dahil kimseye tapınmaması, kendi hevası dahil hiçbir heves uymaması istenmiştir.
Yaşadığımız çağda artık bir Firavun yahut benzeri ilahlık taslayıp da insanları secdeye zorlayan kimseye rastlanmazken, dolaylı ve sistemli bir şekilde insanların gerek kendi arzularına, gerekse başkalarının isteklerine boyun eğmeleri sağlanmaya çalışılmaktadır.
Fert olarak her birimize ben merkezli bir bakış empoze edilirken, topluma da farklı açılardan ve değişik dozlarda ama sürekli olarak yücelik aşılanmakta. Hayatın hemen her aşamasında yer alan fertler, kendini imkan ve ortam nispetinde, çevresindekilerden üstün görmeye, onlara hükmetmeye hatta gücü yeterse zulmetmeye kalkıyor.
Her evde kendisine tapınılan çocuklara rastlamak mümkün, her işyerinde kendisine tapınılan patronlara rastlamak sıradan, her kamu kurumunda kendisine secde edilmesi istenen bir Firavuna rastlamak olağan bir vehamete dönüşmüş durumda.
Toplum düzenimizin bu hale gelmesinde, istisnasız hepimizin katkısı var. Daha yetişme çağından itibaren çocuklara, başarılı olmak ve diğerlerinden öne geçmek mecburiyetini dayatıyoruz. Bu konudaki uzmanların hep söylediği gibi, bir nevi yarış atı muamelesi gören çocuklar; büyüdüklerinde canları istediğinde şaha kalkmayı, hoşuna gitmeyenleri tekmelemeyi ve dahası sırtına semer vurulmasını normal görmeye başlıyorlar.
Öğrencilik hayatı sürekli yükselen puanlara ulaşmak ve hep birilerini geçmek zorunluluğu ile kurgulanan, alacağı eğitim ya da bilginin değil, yarışta kazanacağı sıralamanın peşinde ter döken çocuklar, toplumun da en rahat, en çok kazanan, en lüks hayat süren kesimlerini kendine hedef alarak yola devam ediyorlar.
Daha sonraki süreçte, hayatın kaçınılmaz bir getirisi olarak bu yarış atlarımız (çocuklarımız) her biri bir yerlere etkili ve yetkili konumlara geliyorlar. Geldikleri yerde de aynı mantığı devam ettirip, önüne geçmeye çalışanlara tekme atarak, bazen de ezerek hep başarıya, hep ileriye koşturup duruyorlar.
Başarısına ebeveyninin tapındığı çocuk, başardığında kendini tapınılması gereken bir put olarak görmeye başlıyor. At gibi yarıştırılan birinin, yarışın sonunda insana dönüşmesi ciddi bir zorluğu getiriyor ve çoğu zaman başarılamıyor.
Makam ve mevki sahiplerinin, idarelerinde bulunan insanlara kendilerini bir tür yarı tanrı görerek yaklaşmalarının temelinde, yetiştikleri süreçte başarıya tapınılmasının etkisi korkunç boyutlarda. Gün gelip de hasbelkader başardığında, Firavunlaşan birinin, Allah’a kulluk etmesi ve buna davet etmesi zaten beklenmiyor.
Benzer durumdaki başarısı, maddi güç olarak kendisine dönenlerin de Karunlaşması ve elde ettikleri sebebiyle kendine ve gücüne, önce kendisinin tapınması sonra da madden ondan zayıf olanların tapınmasını istemesi normal gelmeye başlıyor.
Biliyorum pek çoğunuz, hayat şartları ve günün gerçekleri ile bu gibi teorilerin ütopik olduğunu düşünüyorsunuz. En küçük idareciden ve toplumun geneline göre azıcık zengin sayılan birinden, kibir ve gururdan başka bir şey görmeyi beklemiyorsunuz.
Öyle ki; mütevazi bir idareci veya cömert bir zengin, görmesi gereken normal saygıyı göremez hale geliyor.
Protokoller sadece resmi kabullerde değil hayatın her alanında keskin bir şekilde uygulanıyor.
Camilerde herkesi aynı safa, omuz omuza dizen ve herkese başkasının ayağını bastığı yere secde ettiren İslam; hayatımızın diğer alanlarında kendine yeterince yer bulamıyor, duygu ve davranışlarımızda görülemiyor.
Sözüçok tanıdık bir hatırlatma ile bitireyim:
Buyurun hep birlikte bir Kelime-i Şehadet getirelim!