"Kul hakkı" sözcüğü "insan hakları" tabirinden daha dinî bir içeriğe sahiptir. Bu kavramla insan, başıboş bir varlık olmadığını, yaptıklarından hesaba çekileceğini; eliyle-diliyle ve diğer organlarıyla çevresindekilere karşı hassas davranması gerektiğini ve  kul hakkına tecavüzün kesinlikle cezasız kalmayacağı tehdidiyle karşı karşıya bulunduğunu hisseder. Kur’an’da, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok ayetten sonra, "İşte bu Allah’ın hudududur/ölçüsüdür, onu çiğnemeyin." mealinde ilahî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududunu çiğnemek olarak kabul edilmektedir.

İslam dini, ırk, milliyet, siyasi anlayış, dil ve tahsil farkı gözetmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Kur’an-ı Kerim’de zekât, sadaka, infak, ihsan, yardımlaşma, miras, doğruluk, adalet gibi kavram ve konuların bir uzantısı da kul hakkına ve dolayısıyla toplumun salahına dayanır. Kul hakkına riayet, dinimizin en çok dikkat çektiği, ayet ve hadislerle ikaz hatta tehdit ettiği bir konudur. Fert ve toplumun düzenini, huzurunu, uyumunu ve ahlakiliğini sağlamada oldukça önemli bir yer tuttuğu için dinimizde bu konu üzerinde hassasiyetle durulur. İmanın şartlarını üzerinde taşıyan müminlerin Yüce Allah’ın rızasını kazanmaları için yerine getirdikleri namaz, oruç gibi ibadetler dünyanın en zor işi olan kul hakkına dikkat etmek için hazırlanmış bireysel şuur talimleri gibidir.

Bizler kul hakkı deyince, komşumuzun, arkadaşımızın, meslektaş veya mesâi arkadaşımızın bir malını alıp habersiz kullanma veya yemeyi aklımıza getiririz. Bu kul hakkının maddi çeşididir. Bir de bu saydıklarımızın gıybetlerini yapmak, onurlarını kırmak, onları hafife almak veya küçük düşürmek gibi manevi olan kul haklarını da akıldan çıkarmamak gerekir. Yukarıda verdiğimiz örnekler her iki kul hakkı için de bir hayli malzeme oluşturacak niteliktedir. Kişi beşer olmaktan kaynaklanan zaafları, zayıflıkları, gafleti ve unutkanlıklarıyla bir zaman için başkasının hakkına tecavüz etmiş olabilir. İnsanın hata ve kusurunu anlayıp onu tamir etmesi de bir erdemdir. Bunun için, maddi-manevi hangi ihlalde bulunduysa bunu büyük bir cesaret ve açık kalplilikle telafi etmeli ve helallik dileme yoluna gitmelidir. Hak sahibi ölmüş ise, ona dua ve istiğfar edip, hakkını çocuklarına, vârislerine verip, onlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal miktarı parayı fakirlere sadaka olarak verip, sevâbını hak sahibine bağışlamalıdır.

Kul hakkı, Allah’ın hakkından önce ödenir. Allah uğrunda savaşıp da ölen kimsenin, kul hakkından başka bütün günahları affedilir. Kul hakkı maalesef tövbe ile de, şefaat ile de düşmemektedir. Bütün bu ciddiyetine ve Yüce Allah’ın, “Benim huzuruma kul hakkı ile gelmeyin!” uyarısına rağmen toplumumuzdaki bu vurdumduymazlığı neyle izah edebiliriz? İslam ahlakının bir ayağının “Allah’a itaat”, diğer ayağının ise “mahlukata şefkat ve merhamet” olduğunu nasıl unutabiliriz? Bunu içselleştiren bir kişi bırakalım kulu, hayvan ve cansız hakkına bile oldukça dikkat eder, örneğin hayvanlarını aç-susuz bırakamaz, onlara fazla yük yükleyemez, eşyayı hor ve pis kullanamaz! Böyle bir anlayış ve davranış, İslam'ın “temizlik” ve “merhamet” medeniyeti olmasının bir gereğidir.

Öyleyse iyi bir Müslüman, Allah’a karşı görevlerinin yanı sıra insanlara karşı görevlerine ve özellikle de kul hakkına karşı da oldukça duyarlı olmalıdır. Yaptığımız her ibadet bizi kul hakkından korkma ve o konuda dikkatli olma seferberliğine itmelidir. Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu, sahibine geri vermenin, yüzlerce lira sadakadan kat kat daha sevap olduğu unutulmamalıdır. Günümüzde madde, menfaat, hırs ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kulluk bilinci zayıflamış, hâliyle kul hakkı da neredeyse hatırlanmaz olmuştur. Dinimizde bu kadar önemli yer tutan “Kul Hakkı”na büyük bir titizlikle önem verelim. Bunu yapınca bilelim ki, hem dünyadaki itibarımız artacak, hem de ahirette ilahî hesap günü işimiz daha kolaylaşacaktır.

ALLAH bizleri kul hakkı yemekten korusun inşallah. Kul hakkı, Allah’ın hakkından önce ödenir. Allah uğrunda savaşıp da ölen kimsenin, kul hakkından başka bütün günahları affedilir. Kul hakkı maalesef tövbe ile de, şefaat ile de düşmemektedir. Bütün bu ciddiyetine ve Yüce Allah’ın, “Benim huzuruma kul hakkı ile gelmeyin!” uyarısına rağmen toplumumuzdaki bu vurdumduymazlığı neyle izah edebiliriz? İslam ahlakının bir ayağının “Allah’a itaat”, diğer ayağının ise “mahlukata şefkat ve merhamet” olduğunu nasıl unutabiliriz? Bunu içselleştiren bir kişi bırakalım kulu, hayvan ve cansız hakkına bile oldukça dikkat eder, örneğin hayvanlarını aç-susuz bırakamaz, onlara fazla yük yükleyemez, eşyayı hor ve pis kullanamaz! Böyle bir anlayış ve davranış, İslam'ın “temizlik” ve “merhamet” medeniyeti olmasının bir gereğidir.

Öyleyse iyi bir Müslüman, Allah’a karşı görevlerinin yanı sıra insanlara karşı görevlerine ve özellikle de kul hakkına karşı da oldukça duyarlı olmalıdır. Yaptığımız her ibadet bizi kul hakkından korkma ve o konuda dikkatli olma seferberliğine itmelidir. Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu, sahibine geri vermenin, yüzlerce lira sadakadan kat kat daha sevap olduğu unutulmamalıdır. Günümüzde madde, menfaat, hırs ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kulluk bilinci zayıflamış, hâliyle kul hakkı da neredeyse hatırlanmaz olmuştur. Dinimizde bu kadar önemli yer tutan “Kul Hakkı”na büyük bir titizlikle önem verelim. Bunu yapınca bilelim ki, hem dünyadaki itibarımız artacak, hem de ahirette ilahî hesap günü işimiz daha kolaylaşacaktır. Allah bizleri kul hakkı yemekten korusun inşallah.