Cafer, kendi halinde sıradan bir insandı. Aslında onun anlatacak öyle büyük bir olayı/özelliği yoktu. Fakat bana göre aslında Cafer bir kraldı. Ona baktıkça gerçek krallığın ne olduğunu görüyordum. Ankara’nın kenar semtlerinde öğretmenlik yaptığım yıllarda tanımıştım Caferi.

Cafer, burada yapmış olduğu iki odalı bir gecekonduda yaşıyordu. Her gün sabah erkenden otobüse atlar işe giderdi. İşi de Ankara’daki büyük bir firmanın çaycılığıydı.

Cafer buradan aldığı ücretle geçindiği gibi haline de şükreder ve hatta artan parayı memleketine annesine gönderirdi.

Çalıştığı firmanın patronları her hafta sonu eşlerinden ayrı olarak Bağlum’daki villalarına gelirler, arkadaşlarını da getirirler ve eğlenirler.  Bu eğlencelerine Cafer’i de çağırırlar ama o her seferinde bir şey bahane eder gitmez, sadece onlara alışveriş yapardı.

Cafer'e “Neden sen de patronların eğlencelerine katılmıyorsun?”  diye sordum

Bana derin derin baktı. Sen de mi der gibiydi bakışı

-Beyim onlar eğlenmiyorlar ki

Şaşırdım verilen cevaba karşılık. Halbuki lüks arabalarla geliyorlar, sabaha kadar neşeli seslerini duyuyordum. Ama yine de merakla sordum

-Nasıl yani?

-Aslında onlar karılarından kaçıyorlar. Evde bulamadıkları huzuru burada bulmaya çalışıyorlar. Halbuki ben onların aradıklarına zaten sahibim.

 

Cevap beni dondurdu. Cafer’e daha dikkatle bakmaya başladım. Onunla birlikte evine kadar yürüdüm. Derken evden eşi koştura koştura geldi. Yarı yolda karşıladı. Elindekini aldı. Koluna girdi. Sevgiyle sarıldı. O anda anlamıştım Cafer’in ne demek istediğini.

 

O zaten kraldı. Evinin kralıydı. Karısı ona kral olduğunu hissettiriyordu. Neden huzuru başka yerde arasın ki… Huzur zaten koynundaydı….

O günden sonra Cafer’in eve geliş saatlerini hep gözlemledim. Balkondan evlerini görebiliyordum. Caferin geliş saatlerinde eşi hazırlanıyor, üstünü başını düzeltiyor, hatta en güzel kıyafetlerini giyiyor ve Cafer köşeden döner dönmez onu karşılamaya çıkıyordu. Bu istisnasız her gün böyleydi. Yani bir iki günlük değildi.

Cafer gerçek bir kraldı. Sadece kendisi için süslenen ve onu karşılayan bir karısı vardı. Başka kadınlar evde en paspaye elbiselerini giyip, dışarı çıktıklarında süslenirken Cafer’in karısı gün boyu normal kıyafetlerle dolaşır, kocası geleceği zaman da en iyi kıyafetlerini giyiyor, kendini süslüyor ve onu sevgiyle karşılıyordu.

Eve girdiğinde Cafer’in önüne hemen önce bir su veya hava sıcaksa ayran getiriliyor, televizyonun kumandası eline veriliyor, şakalaşıyorlardı.

Bir erkek, karısının gözünde kral olmalıydı ki karısı da kraliçe olsun. Kral veya Prens arayanlar önce kendilerini kraliçe veya Prenses haline getirmeyi öğrenmeliydiler.

Yine Cafer'in evine bakıyordum balkondan. Cafer'in geliş saati yaklaşmıştı. Ama karısı oralı olmuyor, üstünü başını değiştirmiyordu. Köşeye baktım, Cafer yoktu, o ölmüştü... Gözlerim yaşardı...

Cafer öldükten sonra karsı bir daha hiç kimse için süslenmedi…