İslam kültüründe ve hatta islam tarihinde belki de net çizilmeyen birey devlet ilişkisi olmuştur. Ya da Devletin bireyin önüne geçtiği hatta bireyi kuşatarak kendine kul/köle ve bende haline getirdiği bir yapıya bürünmüştür. Bunu da İslam koduyla meşrulaştırarak devlete ve hatta zamanla devleti yönetenlere de bir kutsiyet izafesi şekline dönüştürmüştür. Öyle ki devlet yöneticileri artık Allah’ın yeryüzündeki gölegesi (zillullah fil erd) haline gelmiştir.

Ne zaman özgürlükler talebi artarsa devleti kutsayan ve bekayı, varlığı devlet ile gören kişiler ortaya çıktığı gibi söylemlerinin dini olduğunu ve bireyi öne çıkaranların dine aykırı davrandıklarını söylemişlerdir.

Bu algının ve düşünce biçiminin kırılması gerekir. Çünkü bu algı ve düşünce ile zehirlenmiş dimağlar ülke yönetimine hakim oduklarında bireysel özgürlükleri ve bireye kişilik kazandırma eylemleri yerine devleti daha da tahkim etmeye, bireyden korumaya ve bir canavara dönüştürmeye başlamaktadır. Halbuki asl olan insandır ve her şey hatta kainatın kendisi bile insana hizmet için vardır. İnsan yani birey devlet için değil, devlet insan için vardır. İnsana karşı sorumluluğunu gerçekleştiremeyen devlet yıkılıp yerine bunu önemseyen bir devlet gelir ama yıkılan insanın yerine birisi gelmez...

Devletin görevi insanın hayatının iyi idame edilmesi, toplumsal düzen ve kurallarının oturması, adalet ve hukukun uygulanmasıdır. Güçlü bir devlet, bireyinin gücü ile orantılıdır. İnsanlarının eğitim seviyesinin yükseldiği, ekonomik güçlerinin arttığı, mutlu birey ve sağlam aile yapılarının kurulduğu devlet ebed olur buna karşın silahı topu ve makinaları güçlü olan bir devlet en ufak bir saldırıda yok olmaya mahkumdur. Çünkü bütün bunları kullanacak olan güçlü bireylerdir. Irak tek mermi atmadan teslim oldu ve tarihde buna benzer yok olan bir çok devlet bulundu. İşte bu da asl olanın bireyin güçlendirilmesi ve yetiştirmesi olduğunu gösterir.

Devlet kulu değil de Allah’ın kulu olmaya çalıştığımızda devletimizin daha da güçleneceğini unutmayalım. Devleti öne çıkaranların hepsi aslında devlet şemsiyesi altında kendi bekaları ve çıkarlarını koramaya çalıştığını görmeliyiz. Tarihte bunun örnekleri çokça bulunmaktadır. Halbuki bizim devletin kurucu felsefesi “İnsanı yaşat ki devlet de yaşasın” dusturudur. Bu devletin temelini atanların devleti ebed olmanın yolunun insandan, güçlü insandan geçtiğini gördüler ve tercihlerini insandan yana yaptılar. Ama maalesef daha sonra devleti kendisiyle özdeş kılan ve “devlet benim” düşüncesinde olan despotlarca birey arka plana atılıp devlet güçlendirilerek aslında bindikleri dalları da kesmiş oldular. Yani güçlü ordu ve güçlü silah devleti kurtarmaya yetmedi. Çünkü bunu kullanacak olan yine insandı ve biz insanı zayıf bırakıp eşyayı güçlendirince elimizdekinden olduk. Daha güçlü olanlar, bireyi daha güçlü kılan devletler bizi ele geçirdi. Bu mantıkla Osmanlı ve Avrupa mücadelesine bakıldığında da bazı karanlık kalan yönleri daha rahat görmüş olacağız. İngilizleri ortadoğuda başarılı kılan yetişmiş güçlü bireyleriydi. Bir Lawrens ve Madam Bell gibi tek tek bireyler koca coğrafyayı parmaklarında oynatırken bizim Cemal Paşa ise Şam’da asi diye bireylerini katlediyordu...

Biz, geleneksel sünni doktirinindeki devleti önceleyen yaklaşımı değiştirmek zorundayız... vel cemaat kavramı ile cemaatin güçlü olması için bireyin güçlü olması gerektiğini anlamalı ve doktirinimizi buna göre yeniden kurgulamalıyız. Resulullah (sav)’in Mekke ve ardından Medine’de bireyi yetiştirme ve güçlendirme hamlesine dönmeliyiz... Yoksa Resulun diliyle söylersek selin önündeki çer/çöp oluruz.

ibrahim halil er