Basra’da yaşamış Allah dostlarından biri olan Abdülvâhid bin Zeyd (r.a.) bir defasında deniz yolculuğuna çıkmıştı. Denize açıldıklarında kuvvetli bir rüzgar çıktı. Bindikleri gemi fırtınaya tutuldu.

Dağ gibi dalgalar arasında yol almaya çalışıyorlardı. Sonunda dalgalar onları bir adaya sürükledi. Oraya demir attılar.

Karaya ayak basmanın sevinciyle gemiden inip dolaşmaya başladılar. Adayı gezerken bir de gördüler ki orada puta tapan bir adam var. Onun yanına varıp sohbet ettiler.

- Sen kime tapıyorsun öyle?! dediler.

Adam yakınındaki putu gösterdi.

Onlar da adama:

- Neden buna tapıyorsun? Bu ne fayda ne de zarar verir! Senin ilâh diye tanıdığın şu put, birileri tarafından yapılmış bir şeydir. Buna tapmanın mantığı nedir? Bu putun, tapılmasını haklı gösterecek nesi var?!  dediler.

Bu sorular karşısında adam:

- Peki siz kime taparsınız, kime ibadet edersiniz? dedi.

Onlar da:

- Biz öyle bir varlığa ibadet ediyoruz ki; Her şeyi yaratan, her şeye kadir olan, arşı semâda, gücü, kuvveti sonsuz, hükmü dirilere de ölülere de geçen, var olan, bir olan, tek olan Allah’a ibadet ederiz, dediler.

Bunun üzerine adam:

- Bunu size kim bildirdi? Kim öğretti? diye sordu.

Onlar da:

- Allah bize, kendimizden çok değerli bir peygamber, kerim bir elçi gönderdi. Bize bunları o haber verdi, dediler.

Adam: 

- O Peygamber nerededir? diye sordu.

Onlar da: 

- Bize Allah Teâlâ’nın gönderdiği dini, İslâm’ı bildirip, tebliğ edip vazifesini tamamladıktan sonra vefat etti. Dünyadan ahırete göç etti. Allah Teâlâ’ya kavuştu, diye cevap verdiler.

Adam: 

- Ondan hiç bir alâmet kaldı mı? diye tekrar sordu.

Onlar da: 

- Evet o, Allah Teâlâ’dan bir kitap getirdi. O kitap bizim yanımızdadır, dediler.

Aramızda geçen bu konuşmadan sonra adam:

O kitabı bana gösterin? dedi.

Onlar da, Kur’an-ı Kerim’i  getirdiler ve ona  bir sûre okudular.

İlâhî kelâm’ın gönlünü aydınlatması neticesinde adam hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sûreyi bitirinceye kadar için için ağladı. Sonra Kuran-ı Kerim’in gönlünde bıraktığı tesiri ve coşkuyu ifade sadedinde şöyle dedi:

- Böyle bir kelâmın sahibine kimse âsi olamaz! İnsana yakışan bu kelâm’ın sahibine isyan etmemektir, diyerek hemen müslüman oldu.

Abdülvâhid b. Zeyd rahmetullahı aleyh o adamla bir gece geçirirler. Ona Kur’an-ı Kerim’den birkaç sûre ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğretirler. O gecede ki hatırasını şöyle anlatırlar:

Gece olunca yatsı namazını kılıp yataklarımıza çekildik.

Yatma zamanı gelince o yatmadı. Sabaha kadar ayakta uyanık kaldı.

Bizim yattığımızı gören adam:

–Bana anlattığınız ilâh, geceleyin uyur mu? diye sordu.

–Hayır, dedik.

–O zaman siz ne kötü kullarsınız?! Efendiniz uyamazken siz uyuyorsunuz! dedi.

Adamın sözü hoşumuza gitti. Onun heyacanı, gayreti bizlere ders oldu. Arkadaşlarıma:

- Bu zat henüz yeni müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı çekmesin, dedim ve adama vermek için bir miktar para topladık.

Kendisine verirken adam:

–Bu nedir? dedi.

–Harcaman için bir miktar para, dedim.

Adam müstağni davrandı ve parayı almadı. Sonra bize, ibret ve hikmet dolu şu cevabı verdi:

- Lâ ilâhe illallah! Ben ıssız bir adada O’ndan başkasına, yani bir puta tapıyorken ve kendisini tanımazken bile O beni zâyî etmedi. Şimdi kendisini tanırken mi beni zâyî edecek?! dedi.

Aradan üç gün geçtikten sonra bu zâtın hastalanıp yatağa düştüğünü öğrendim. Hemen yanına koştum.

- Bir isteğin, ihtiyacın var mıdır? diye sordum.

Yine hikmetli bir şekilde:

– Benim ihtiyaçlarımı, sizi, o adaya getiren giderdi,diye cevap verdi.

Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefat etti. O gece onu rüyamda gördüm. Bahçenin ortasında yüksek bir kubbe vardı. Kubbenin altında bir taht üzerine oturmuş  şu âyeti okuyordu:

(Melekler:) “Sabretmenize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir!, âhiret seadeti ne güzeldir!” (derler). (Rad sûresi: 24)

Issız bir adada yaşayan insanın İslâm’la tanışmasına ve buluşmasına vesile olan bu Allah dostu, tebe-i tâbiin’den Basra’lı Abdülvâhid b. Zeyd rahmetullahı aleyh’dir.

Bu Allah dostunun en büyük özelliği; Allah Teâlâ’ya karşı yaptığı kusurlardan dolayı çok üzülmesi ve her fırsatta âciz olduklarını sık sık söylemesiydi. Onun bu konuda güzel bir sözü vardı. Şöyle derdi:

“- Bütün insanlığın yaptığı ibadet kadar ibadet yapsak Allah Teâlâ’nın bize verdiği nimetlere karşı gene de tam manasıyla şükrünü yapmış sayılmayız.

Ona karşı şükrümüzü yerine getirmiş olamayız.

Bizler âciz, zayıf kullarız. O’na karşı her zaman âcizliğimizi  îtiraf etmeliyiz.”

O büyük Allah dostu sevdiklerine  daima şu tavsiyede bulunurdu.

“- Eğer nefsinizde Allah Teâlâ’ya karşı yaptığınız ibadetlerde bir isteksizlik ve tembellik hissederseniz; bir süre yağlı ballı, kuvvetli yemeyi bırakınız.

Gıdanız tuz ve ekmek olsun.

Oruç tutunuz.

Sâlih, vakar sahibi kimselerle oturunuz.

Çünkü onların meclisinde çirkin, kötü şeylerden bahsedilmez.

Bu şekilde yapmanız, Allah teâlâ’yı hatırlamanızı artırır.”