Çanakkale'den geçmek isteyen düşmana, tüm İslam âleminin yekvücut karşı durması, bu savaşın sıradan bir savaş olmadığını da göstermektedir. Çanakkale savaşında bir Trablusgarplı bir Kırımlı veya bir Musullu gelip burada gözünü kırpmadan canını veriyorsa bu savaşın üzerinde durulması gerekmektedir.
Çanakkale düşmemeliydi. Bu nedenle tüm Müslümanlar burada canlarını vermek için koştular. Çanakkale düşerse İstanbul düşerdi, Bağdat düşerdi, Kudüs düşerdi, Mekke, Medine düşerdi. Çanakkale sadece İstanbul veya Anadolu'ya bekçilik yapmıyordu. O, tüm ümmetin bekçiliğini yapıyordu. Çanakkale’ye gelen insanlar bu ruhun bilincindeydi. Onlar buraya sadece savaşmak için değil ölmek için de geliyorlardı. Bu sahilleri ilelebet korumak için geliyorlardı. “Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” diyen komutanların komutasında şehitlik için koşuyorlardı. Kimisi ellerinde Mushaf’la yürüyor, kimisi dudaklarında Allah'ı tesbih ediyordu. Biliyorlardı ki kendileri belki ölecek, ama çiğnetmeyecekler namuslarını.
Çanakkale savaşında sadece askerler değil, bu ülkenin tüm okumuşları, öğrencileri ve kadınları da savaştılar. Onları böylesine seve seve savaşa sürükleyen cihat şuuruydu. İtilaf devletleri komutanı Çanakkale'yi aşamayınca “Bir SIR var orada” diyor, diğer komutan Hamilton ise sırrı bulmuştu. “Türkleri Cenabı Allah'tan ayırmak için bilmem ki ne yapmalıydı.”
Merhum Turgut Özal, milli değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan Japonların Batıya meydan okuyan ilerleyişi karşısında, 1980’li yıllarda Japon eğitim sisitemine ilgi duyar. Bu sebeple inceleme ve araştırma yapmak üzere Japon Pedagog heyetini ülkemize davet eder.
Alanında uzman olan bu Japon heyeti, ülkemizin çok değişik yerlerinde inceleme ve araştırmalar yapar. Bu araştırmaların sonucunu zamanın Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler’le birlikte Başbakan Turgut Özal’ın huzuruna çıkar. Eğitim alanında uzman olan Japon heyetinin kararı kısa ve kesindir. Der ki: “Sizin gençlerinizde milli şuur yok” Bu cevap üzerine şu soru sorulur “Peki siz Japonlar, gençlerinize milli şuur verme adına ne yaparsınız?” Bunu üzerine Japonlar ilginç, ilginç olduğu kadar da bizim açımızdan acı acı düşündürücü olan şu cevabı verirler: “Bizim sizden aldığımız “AMİN ALAYI” (Osmanlılarda çocuğun yaşı 4 yıl, 4 ay, 4 gün olunca Amin Alayı denen bir törenle eğitime başlatılırdı.) ile bu şuuru veriyoruz.
“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekiler, hiçbirisi kurtulmamacasına kamilen düşüyor. İkinciler onların yerine geçiyor. Fakat ne kadar gıptaya şayan bir soğukkanlılık ve güvenlikle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir korku ve endişe bile göstermiyor, sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim, Cennet’e girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler şehadet çekerek yürüyorlar. Bu askerlerdeki ruh kudretini gösteren hayrete değer ve tebrike yaraşır bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Savaşını kazanan bu yüksek ruhtur.”
Çanakkale Ruhu Nasıldı
Bataryada tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan mermileri namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey, etrafındaki birliklerden yardım alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada Niğdeli Ali ile Koca Seyit ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı. “Yüce Allah’tan başka hiç bir güç ve kuvvet yoktur” duası Seyit’in ağzından nur tanesi gibi dökülmeye başladı. Seyit bu duayı defalarca okudu.
Bu yakarış şüphesiz hiç kimseninkine benzemiyordu. Aşk ile kendinden geçmesi ve 215 okkalık top mermisini kucaklayıp omzuna alması bir oldu. Demir basamakları tam üç kez inip çıktı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit’in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu. Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi savaşın kaderini değiştiren olayı yaratmış ve İngilizlere ait “Ocean” isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştı.
Aynı gün geç saatlerde Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa, ödül olarak Seyit’e onbaşılık rütbesi verdi. Merminin bir defa da kendi huzurunda kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Seyit Onbaşı, Cevat Paşa’ya şu cevabı verdi: “Ben bu mermileri kaldırırken gönlüm Allah’ın feyziyle doldu. Ancak bu kuvvetin sırrı o anda bana Allah’ın ihsan ettiği bir vergi idi. Bu ağırlığı kaldıracak kadar bir makama varmışsam bu dua ve rıza ile olmuştur. Ama şimdi kaldırmam mümkün değildir kumandanım.”
“İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın donanmaları gelip orayı bombardıman ettiğinde ve karaya asker çıkardıklarında, İslam askerleri oraya hücum edip, ta denizin içerisinde dahi düşmanı süngüleyip tüketiyordu. Yalnız donanma uzaktan ateş edip, denizin içinde elinde silah tutuğu halde şarapnel ile şehit olan kimseler olurdu. Onların elinden silahı almaya çalışırdım. Katiyen o silahı elinden almaya imkan yoktu. Öylece defnediyordum. Huzur’u Rabb’ül Âlemine öyle çıkmak istiyor, bırakmıyordu silahı. Kaç kimseleri böyle defnettim. Ellerinden silahı almak mümkün olmadı. Vatanın kıymetini bilen adam böyle tutar. İmanın kıymetini bilen adam da böyle tutmalı.
"Bilinmeyen Çanakkale" Kitabımdan