İçeri girer girmez neşeyle bağırdı:
-Anne biliyor musun bugün okulda ne oldu?
-Görmüyor musun kızım, telefonla konuşuyorum.
-Ablaaa, ablaaa biliyor musun bugün okulda ne oldu?
-Git ufaklık başımdan, görmüyor musun dizi izliyorum.
-Aaaa babam da gelmiş. Babacığım, babacığım bil…!
-Şişşşt dikkatimi dağıtıyorsun, çabuk odana çık.
…Odasına yöneldi ama ayakları onu götürmedi.
Nerelere gitseydi? İçindeki heyecanı kiminle paylaşsaydı? Oysa söylemek istediği ne çok şey vardı.
Annesinin telefonu kapattığını görünce heyecanla mutfağa yöneldi.
-Sana yardım edeyim mi? dedi, en sevimli halini takınarak.
Annesi manalı manalı baktı:
-Hayırdır? Bir yaramazlık mı yaptın yoksa? Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten.
Yorgunluk nasıl bir şeydi? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır :
-“Nasıl da yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni” diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi. Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, neden annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.
-Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.
-Uykuya dalayım da, gül kokuları uzak kalsın. Yorgunluktan ölüyorum.
Bu kelimeden nefret ediyordu. “Yorgunum, yorgun olduğumdan, böyle yorgunken”…
-Anneciğim sen yorulma, diye…
-Yemekte konuşuruz çocuğum. İşyerindeki bazı işler yetişmedi. Akşama kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz.
-Hani siz yoruluyorsunuz ya…
-Eeee….
-Ben de oynamaktan yoruluyorum. Ne yapayım bilmem?
-Bak sen şu bacaksıza.
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı.
Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.
-Bu da nerden çıktı, mum da yok! diye diye karıştırdı dolapları el yordamıyla.
Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında Dede Korkut masallarını anlatışını.
Elleriyle duvarda yaptığı hayvanların aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı.
”Bak cici tavşan” diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşanın görüntüsünü bozdu. Sonra tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla, kuşlarla konuştu.
Herkesin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı, ablası televizyonu seviyordu.
Her şey erteleniyordu büyükler tarafından, telefon, televizyon ve araba söz konusu olduğunda… Bir tek eve misafir gelecek oldu mu kendisine gün doğuyordu. O vakitler de o kadar azdı ki! Küçücük kafasıyla bu büyük şeyleri düşününce ağırlaştı gözleri. Sonra yorgun düştü.
Duvardaki görüntüler yavaş yavaş kayboldu. Minik avuçları açıldı, kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı.
Sonra ışıklar geldi.
Kadın, çocuğun bir süredir hiç konuşmadığını fark etti. Birden kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya daldığını gördü.
Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu.
Çocuk, sanki bir ipucu bekliyormuşçasına aralanan gözleriyle mırıldandı;
-İşin bitince beni sever misin anne? dedi.
Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak ağlamaya başladı.
-Daha yemek hazır değil mi? Diye bağıran baba bu manzarayı görünce sesini düşürdü. Önce ağlayan hanımına baktı, sonra kızına. Dudağını ısırdı ve lavaboya yönelerek gözden kayboldu.
-Sen ne diyecektin velet, diyerek abla geldi, dizinin reklam arasını fırsat bilerek.
O da manzarayı görünce, annesine sarıldı. Gözyaşları birbirine karıştı anne ve ablanın…
O akşam kimse sofraya oturmadı, bir lokma yemedi kimse.
Hepsi, biz ne yaptık der gibi baktı birbirine.
Zamanı geri döndürmek mümkün olur muydu acaba?
Bir saat önceye gidip hatalarını telafi etmek için her şeylerini verirlerdi.
Ama ne zamanı geri almak mümkündü, ne de telafi etmek!
Giden gitmiş, yiten yitilmişti artık.
Size tanıdık geldi mi bu ailenin akşamı?
Haydi kendinize gelin.
Sabırla dinleyin yavrularınızı.
Sevmek için randevu vermekten vazgeçin.
Selam ve dua ile.