İnsan hep bir imtihan içindedir.
Kimi eşiyle, kimi işiyle, kimi evladıyla, kimi nefsiyle, kimi yaşadığı vatanıyla.
Kiminin imtihanı ağır, kimininki hafif geçer. Kimi en ufak bir rüzgarda hasta olur, kimi yağmura, doluya, fırtınaya, borana eyvallah çeker.


Kimi tökezleyip düşer ilk tümsekte, kimi karlı dağları aşar hiç zorlanmadan.
Yani acı çeker herkes şu veya bu şekilde.
Ama acı çekmek; insan olduğumuz, yaşıyor olduğumuz, hissediyor olduğumuz anlamına gelir aslında.
Bu yüzden acımızı, derdimizi sevmemiz gerek.
Zira bilemeyiz hangi acının, bizi hangi makama hazırladığını!
O halde başımıza gelenlerin Allah'ın izniyle gerçekteştiğini bilmek, bizi olgunlaştırdığına inanmak işimizi kolay kılacaktır.
Her imtihana karşı sitem etmek, "niye bu benim başıma geldi?" demek zamanla bizi zayıflatır ve isyan noktasına getirir.
Ondan sonra vesilelere kızmaya, sağa sola saldırmaya başlarız.


Saçımızı bozan rüzgara, gözümüzü alan ışığa, kolumuza değen dallara, yolumuza çıkan ellere küfrederiz.
Fakir düşsek acizlikle, zengin olsak azgınlıkla kaybeder dururuz hep.
Bütün eşyalar bize savaş açmış gibi bir halet-i ruhiye içine gireriz.
Peygamber “rüzgara kızmayın, zira o Allah’ın bir memurudur, yani sadece Allah’ın emriyle iş görmektedir.” (Ebu Davud, Edeb 53) derken tam da bunu kasteder işte.


Allah'ın faili mutlak (bütün eylemleri bilen) olduğunu bilen biri başına gelen her şeyle ilgili şu soruyu sorar/sormalı: Acaba, Rabbim başına bu gelenle igili ne murad ediyor? Benden buna nasıl bir tepki vermemi bekliyor? Dahası hangi tepkiyi versem benden razı olur?
Asla şöyle sormaz: "aslında ben bu lânet ayaz yüzünden hasta oldum, şu tutmayan lânet fren yüzünden kaza yaptım, şu lânet ekonomik kriz yüzünden kalplerinizi kırıyorum vs. vs...
İşte müminin tavrı ile imanı pamuk ipliğine bağlı insanın tavrı arasındaki fark böyledir.
Mü'mince bir tavır sergilemek temennisiyle...

Selam ve dua ile.