Para ile saadet olur mu? diye bir soru sorulur. Kimi; "tabiki olur, paranın satın alamayacağı hiçbir şey yoktur" der, kimi " asla olmaz, para saadet ve huzur satın alamaz" der. Hangisi doğru bilinmez. Ama özellikle yaşı ilerlemiş olanlar geçmiş günleri hep özlemle yadeder. Geçmiş günlerde para, rahatlık, lüks yoktur oysa.

Çile, yoksulluk, yokluk, yoksunluk, geçimsizlik vardır. Şimdi bunca servet ve imkan içinde olmasına rağmen eğer yokluk çektiği günlere özlem duyuyorsa, o günlere dönmek için herşeyini vermeye hazırsa, özlem duyduğu şey nedir acaba? Yağsız ve şehriyesiz bulgur pilavı mı? Yoksa gülüşmeler eşliğinde aynı leğene on kardeşi ile birlikte kaşık sallamanın tatlı senfonisi mi?

İşte içinizi ısıtacak bir alıntı: O zamanlar çamaşır makinesi yoktu, çamaşırlar "don kazanı" nda kaynatılır, beyazlar "meşe külü" ne basılırdı.Elbiseler tokaçlarla tokaçlanır, tertemiz olurdu, sadece bayram ve düğünlerde köz ütüsüyle ütülenirdi. Geceleri çıra, gaz lambası veya lüküs yanardı. Lüküs gömleğinin değişmesini merak ve hayretle izlerdik.

Babalar eve geldiğinde kapıda güler yüzle karşılanır, elindekiler alınır, ayakları yıkanır, havlu tutulurdu. Ha bir de eve misafir gelmezse üzülürdü çocuklar. Misafir gelir, aslında akşama kadar birlikte olunan misafirin çocukları ile doyumsuz oyunlar oynanır, kalkacak olduklarında yine üzülünürdü.

Misafirsiz evin, misafirsiz sofranın tadı tuzu olmazdı. Banyo taburesinde bir meyyitin önüne oturur gibi oturur, kafamıza ‘dannk’ diye ses çıkartan taslarla yıkanırdık. Banyodan sonra havluya sarılıp sobanın yanına geçer, saçlarımızdan düşen suları sobaya düşürür, çıkan cısss sesini dinlerdik.

Bazen en güzel mahalle maçlarını annemizin zamansız banyo yaptırmaları veya verdiği işler yüzünden kaçırırdık. Abartlılı oynama isteğimiz yüzünden anne terliğinin tadına doyumsuz kere bakmışız, vurduğu yerlerde gül bittiğine de hep şahit olmuşuzdur.

Bizler kardan adam yapıp erimesin diye dua eden, sokak oyunundan bir türlü vazgeçemeyen, karnımızın acıktığını unutan, oyun oynarken tuvaleti geldiğinde annesi eve alır korkusuyla sokağa çiş yapan çocuklardık.

Yere düşen ekmeği öpüp başına koyan, salçalı ekmek yiyip doyan, ekmeğine koyduğu toz şeker ile tatlısını kendi yapan, aynı simidi 2-3 kişi paylaşıp aynı şişeden gazoz içen, arkadaşı bisküvisinden alınca mutlu olan çocuklardık biz.

Gazoz kapaklarıyla oynayan, çelik çomağa bayılan, çember çeviren, tahtadan bez bebekler yapan, ağaç kabuğundan araba ve traktör yapan, kapı önlerine paspas serip evcilik oynayan, evin önündeki sokakta çizgili oynayan, kaldırım taşına oturup saatlerce beştaş oynayan çocuklardık…

En tehlikeli ve zehirli hayvanlarla aynı ortamda yaşar ama bir zararlarını görmezdik. Ekmeğin arkasındaki kağıdı sökmek için uğraşırdık ama nedense kağıt hep kalırdı… Ölen bir kuş görsek üzülür, gömer, mezar yapar, dua okurduk. Yani biz küçükken çok büyüktük aslında. Kollarımızı bir açardık, tüm dünyayı kucaklardık.

Çocuk gibi çocuktuk biz, mutluyduk küçücük dünyamızda, huzur da vardı saygı da. Güzeldik biz küçükken. Arkadaşlarımızla beraber bir gece uyuyabilirsek eğer veli-nimetti bizim için, çok lükstü, hayaldi belkide…

Bizler bahçeli evlerimizde çevremizdeki insanlara güvenerek büyüdük. Annelerimizin dizlerinin dibinde sokakların, bahçelerin, ağaçların, tozun toprağın kokusunu içimize çekerek büyüdük. Bizim hiç bir şeyimiz yoktu belki ama yine de çok mutluyduk. O günleri yine doya doya yaşamak için neler verilmez ki!

Selam ve dua ile.