“Papaz Brunson” olayı ile din adamlığı adı altında yapılan casusluk faaliyetleri yeniden gündemimizde.

*

Özellikle Osmanlı'da Tanzimat Fermanı'ndan sonra neler yaşandığını, Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu'nun 2007'de yayınlanan “Türkiye'nin Demokratik Gelişimi ve Avrupa Birliği” isimli kitabından özetleyelim:

 

- Tanzimat dönemine kadar sadece belirli yerlerde çan çalınırdı. Tanzimat’la birlikte azınlıkların bulunduğu her yerde çan çalmaya başladı...

 

- 19. yüzyılın ilk çeyreğinde ABCEM (American Board of Commissioners for Foreign Missions), Anadolu’ya ayak bastı, özellikle gayrımüslimlerle ilgilendiler. Onları, Türklerden kurtarmak istiyorlardı. Bu nedenle Robert College, ABD lehine istihbarat sağlamasını da amaçlayarak, 1863’te kuruldu…

 

- Tanzimat Fermanı sonrasında Trabzon'da 40 yılda 1000’e yakın yeni Ortodoks Kilisesi yapılmıştı…

 

- 1850’de Babıali, Protestan Kilisesini de tanıdı ve Protestanlar ayrı bir millet statüsünü kazandı. Protestanlık, İmparatorluk coğrafyasına yayılmaya başladı. Protestanlığı, ABD misyonerliği yayıyordu. Protestanlığın hamisi İngiliz diplomasisi ve ABD misyonerleriydi…

 

- Esasen Osmanlı’yı yıkan nedenlerden biri de Tanzimat sürecinde gayrımüslimlere verilen ödünler ve Batı devletlerinin dini gruplar, kişiler ve azınlıklar bahanesiyle Osmanlı'nın içişlerine müdahale etmesidir…

 

Prof. Fendoğlu, Yunanistan'ın bağımsızlığını sağlayan 1821 Mora isyanın Papazlar tarafından başlatıldığını da vurgulamıştı.

*

Bu örnekten günümüze gelirsek:

Lozan'a aykırı olmasına rağmen 2004'te Fener Rum Patrikhanesi Kutsal Meclisi'ne Türk vatandaşı olmayan psikoposlar atandı.

O zaman Başbakan olan Erdoğan, bu atamalara dini özgürlükler açısından “göz yumduklarını” açıklarken, konu ABD'nin 2008 Dini Özgürlükler Raporu'nda “Ülkenin 80 yıllık tarihinde bir ilk” olarak nitelendirilmişti.

*

Patrik Bartholomeos'un Türkiye'ye hiç bilgi vermeden Meclis'e atadığı isimlerden birisi ABD Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Demetrios’du.

 

İşte bu Dimitrios 25 Mart 2009'da Beyaz Saray'daki Yunan Milli Günü resepsiyonunda yaptığı konuşmada Obama'ya hitaben, “Fener Rum Patrikhanesi, Kıbrıs ve Makedonya konularında Büyük İskender gibi davranıp, Gordion Düğümü’nü kesmesi” tavsiyesinde bulunmuştu.

*

Aynı Dimitrios, 2010'daki resepsiyonda ise Osmanlı’yı ve Osmanlı Ordusunu yerden yere vurdu. Bu konuşmasından dolayı Papaza teşekkür eden Obama da Yunan’ın, Osmanlı’ya isyanını, “189 yıl önce bir başka piskopos, dağlardaki bir manastırda ağaya kalktı, Yunan bayrağını eline alarak, bağımsızlık ilân etti ve demokrasinin beşiğinde yeniden demokrasiyi temin etmek için mücadeleye başladı. Burada sadece kısa bir anı kutlamayacağız, aynı zamanda Yunanistan ve halkını tanımlayan o ruhu da hatırlayacağız…” diye övmüştü.

*

Osmanlı dönemindeki misyonerlik faaliyetlerinden birkaç not daha aktaralım.

 

- 1878 Berlin Konferansı'yla misyonerliğin iyice serbest bırakıldığı, Hilafetin başkentinde dahi Hıristiyanlık propagandası yapıldığı,

 

- Misyoner Dr. Koelle'in İstanbul’da suçüstü yakalanmasının, Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında büyük bir diplomatik krize sebep olduğu,

 

- ABD Başkanı Roosevelt’in misyonerlik okullarının serbest bırakılması konusunda ne kadar ciddi olduğunu göstermek için 1904'te gemilerini İstanbul'a yolladığı, hatta İzmir'in bombalanmasını emrettiği, bunun üzerine Sultan Abdülhamid'in meselenin çatışmaya gerek kalmadan halli için ABD Büyükelçisi Leishmann’ı çağırıp, “Misyoner okullarının kapitülasyon haklarından yararlandırılacağı” sözünü verdiği anlatılır.

*

Lozan'da ülkemizde sadece üç grubun (Rum, Ermeni, Yahudi) azınlık kabul edilmesinin, Fener Rum Patrikhanesi'nin Türk kurumu sayılıp, Patriğin yetkilerinin İstanbul'daki Rum azınlıkla sınırlı tutulmasının, misyonerliğin yasaklanması ve okullarının kapatılıp, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun (Eğitimde birlik) benimsenmesinin, Vakıflar hukukunda düzenlemeye gidilmesinin ana sebebi işte gerideki bu acı tecrübelerdir.

*

Bir vakitler Türkiye'nin “Kırmızı Kitabı” olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgelerinde, “Hıristiyan misyonerlik faaliyetlerinin” iç tehditler arasında sayılmasının sebebi de buydu.

*

AB'ye girme iştiyakımızı kullanan Avrupa devletleri ile ABD 2002’den sonra “Dini özgürlükler” adı altında bir takım taleplerde bulunmaya başladılar.

 

- Protestanlar, Yehova Şahitleri, Bahailer, Aleviler, Kürtler, Yezidiler, Çerkezler'in de azınlık sayılması,

 

- Misyonerliğin serbest bırakılıp, yasal güvenceye kavuşturulması,

 

- Kaçak kiliselerin yasallaştırılması,

 

- Fener-Rum Patrikhanesi’nin “ekümenikliğinin” tanınması,

 

- Ruhban Okulu'nun devletimiz ve hukuk sistemimizin denetimi dışında uluslararası nitelikte açılması,

 

- Türk vatandaşı olmayan din adamlarının Türkiye'de serbestçe görev yapması,

 

- Nüfus cüzdanlarındaki din hanesinin kaldırılması,

 

- Azınlıkların geçmişte kendilerine ait olduğunu öne sürdüğü tüm mülklerin iadesi edilmesi gibi...

*

Erdoğan'ın,

“Benim referansım İslam’dır…

"Bu ülkede, azınlıklara tanınan tüm haklar, bu ülkenin gerçek sahiplerine de tanınacak”

“Tüm dinlere eşit mesafedeyim..."

"Dinsel milliyetçiliğe karşıyım...

"İnancına güvenen, inanç özgürlüğünden korkmaz”

samimi yaklaşımıyla ile söz konusu taleplerin çok büyük bölümünü hukuken veya fiilen karşılandı...

*

2012 yılında Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Mardin'deki Süryani Manastırı davasında arazilerin Hazine'ye ait olduğu yönünde karar aldığı halde, daha sonra bu araziler iktidarın kararıyla Manastıra verildi...

*

Misyonerlik ve kilise faaliyetlerini konuştuğumuz bu günlerde, Vakıflar Genel Müdürlüğü, kendi idaresindeki kilise, sinagog gibi ibadethanelerin azınlık vakıflarına bedelsiz olarak tahsis edilmesini kararlaştırdı.

*

Genel Müdür Adnan Ertem'in, “Azınlıklarla ilgili müspet anlamda yaptığımız bütün düzenlemeler Avrupa'nın Türkiye'ye bakışı anlamında olumlu sonuçlar doğuruyor” dediğini de kaydedelim.

*

Brunson'un “Misyonerlik ve casusluk” faaliyetlerinin arkasında ABD'yi arıyoruz. Adamlar ne yaptıklarını hiç gizlemiyorlar ki... Dini Özgürlükler Raporlarına, “ABD Büyükelçiliği, İstanbul ve Adana Konsolosluğu personeli Müslüman çoğunluk ve diğer dini gruplarla yakın ilişkilerini sürdürmüştür” diye açıkça yazdılar.

*

Clinton döneminin Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Nicholas Burns'ın, Hatay'a gidip, Alevi dedelerini ziyaret ederek “Size haksızlık yapılıyor. Haklarınızı savunun” dediğini biliyoruz.

 

Ayrıca Papa 16. Benedict’in Kasım 2006’daki Türkiye ziyareti öncesinde Vatikan'dan yapılan

“Papa öncelikli olarak Fener Rum Patriği Bartholomeos’u güçlendirmek amacıyla Türkiye’yi ziyaret etmek istiyor…

Bu ziyaret Patriği, Katolikleri ve inançlarını kolay olmayan şartlarda yaşayan tüm diğer Hıristiyanları desteklemek için bir fırsat olacak…

Ziyaret, Hıristiyan okulları ve kiliseler üzerindeki kısıtlamaların azaltılması için Türkiye’ye baskı yapmada kullanılacak…Papa’nın Türkiye’de bir Hıristiyan mirası bulunduğunu netleştirmesi gerekiyor…

Vatikan Türkiye’deki Hıristiyan mirasını korumaya yardımcı olmak istiyor.”açıklamasını da duyduk...

*

Bu bağlamda 2005'te dönemin Diyanet'ten sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın, TBMM Genel Kurulu'nda misyonerlik faaliyetleri hakkında bir konuşma yaptı.

Bu arada Çanakkale Şehitler Haftası dolayısıyla camilerde okutulan hutbede, “Tarihte olduğu gibi günümüzde de aynı güçler, İslam’ı çıkarları ve egemenlikleri karşısında en büyük engel gördükleri için insanlarımızı dinlerinden koparmak amacıyla planlı ve organize biçimde çalışmaktadırlar” ifadesi yer almıştı...

*

Bunun üzerine dönemin ABD Büyükelçisi Eric Edelman, Aydın'ı önce sözlü, sonra diplomasiye sığmayan bir mektupla uyardı...

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu'nu ziyaret eden AB Büyükelçisi Kretchmer, “Laik bir kurum nasıl olur da, İslâm yegâne hak dindir, diyebilir?” sözleriyle tepki gösterdi...

*

AB Büyükelçileri yemeğinde Belçika Büyükelçisi Jan Mattysen de Erdoğan'a, “Niçin Devlet Bakanı Mehmet Aydın, TBMM’de misyonerlik konusunu tartışıyor ve 368 kişinin Hıristiyanlığa geçmesini gündeme getiriyor?” diye sormuştu...

*

Türkiye’de misyonerlerin sayısı belli değildir. Misyonerlerin sayısını tespit etmek de mümkün değildir. Misyonerlik faaliyetleri, gizlilik içinde yürütüldüğünden, harcanan paranın miktarı konusunda net rakam vermek mümkün değildir.

*

Türkiye’deki misyonerlerin çalışma yöntemleri herkes tarafından bilinmektedir. Misyonerler, daha çok yoksul ailelere ve çocuklarına, etnik, mezhep, kültürel açıdan farklı gruplar ile deprem, sel felaketi gibi doğal afetlere maruz kalan insanlara ve dine karşı kayıtsız yaşayan varlıklı ailelere yönelik faaliyetlerde bulunmak suretiyle çalışmalarını sürdürmektedir.

*

Ülkemizdeki misyoner sayısını biz bilmiyoruz, ama ABD biliyor. 2003 yılından bu sonraki dini özgürlükler raporlarında, Türkiye'de “Bin 100 misyonerin faaliyet gösterdiği” açıkça yazıldı.

*

2005-2006'da kaçak kiliselere ve apartman kiliselerine izin verilip, yasallaşan misyonerlik faaliyetlerine tepki gösterilince dönemin Başbakanı Erdoğan “Düşman icat etmeyin, biz inancımızdan eminiz.” demişti...

*

Misyonerliği “fikir özgürlüğü” sayıp, azınlık ve yabancı okullarına yeni imtiyazlar tanıyan dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ise:

“Aman kilise açıldı, memleket elden gitti... Bir yere gitmez. Siz çocuklarınıza aşı yaparsanız salgın hastalıktan korkmazsınız. Osmanlı’nın son zamanlarında ülkenin bir başından bir başına Hıristiyanlığı yayma cemiyetleri vardı.

Ama kimse Hıristiyan falan olmuyordu. Niye? Osmanlı toplumu aşılı bir toplumdu da onun için.

Kendi çocuklarınıza dinlerini adam akıllı öğretmezseniz, misyoneri de gelir, yel de gelir alır, sel de gelir alır. Problemi, oradaki eksikliği kendimizde arayalım. ‘Din elden gidiyor, Avrupalılar şöyle yapıyor’...Geçin bunları.” diyebiliyordu.

*

Tüm bunlardan sonra ABD'ye ve Papaz Brunson'a mı kızalım, yoksa şapkamızı önümüz koyup, "Yahu biz de meydanı fazla boş bıraktık galiba?" deyip kendimizi hesaba mı çekelim...

*

Bence ikincisini yapalım. Çünkü Hilal ile Haç'ın savaşı devam ediyor. Düşman da kendi görevini yapıyor...

Apaçık görülüyor ki Misyonerlik şapkası altında casusluk faaliyetlerine gevşek davrandık!